‘Başka’ bir Seferihisar için, ‘Başka’ bir dünya için…

Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer ile söyleşi

Daha katılımcı bir yönetim geleneğini ve örgütlenmesini oturttuğunuzda, artık yönetimde kim olduğundan bağımsız, aynı hedefleri paylaşan halkın inisiyatifiyle yürürsünüz. O saatten sonra başkan Tunç Soyer’miş, Ahmet’miş, Mehmet’miş, bir önemi kalmaz.

Seveni sevmeyeni, oy vereni vermeyeni, sanıyorum herkes hemfikirdir ki Seferihisar’ın geçirdiği büyük değişimde en büyük rol, Belediye Başkanı Tunç Soyer’e ait. Sadece icraatlarıyla değil. Bu değişimin arka planındaki Cittaslow düşüncesiyle, Seferihisar’ı ve Türkiye’yi tanıştırmasıyla da… Kendisiyle bu değişimi konuştuk.

-“Başka bir dünya mümkün” diye bir söz var ya, tüm dünyada toplumsal muhalefetin dilinde, hem mevcut durumdan bir rahatsızlığı hem de bir ütopyayı, yeni bir dünya düşünü anlatan bir söz. Bu sizin için ne ifade ediyor?
-Şöyle başlayayım. Bu çağın en büyük iki hastalığının, bizi esir alan 2 büyük fetişin, hız ve büyüklük olduğunu düşünüyorum. Bu iki fetiş bizi o kadar esir almış durumda ki bizi asla mutlu olmadığımız, mutlu olamayacağımız bir yaşam biçiminin içine sokuyor.
Bunda esas rol kapitalist üretim ilişkilerinin tabii. Bugün kapitalizm ülkeleri, toprakları fethetmekle yetinmiyor, tek tek bireyleri fethettiği bir evreyi yaşıyor. Yani sen, ben, o, hepimiz bir pazarız, fethedilmesi gereken bir pazarız. Onun için aynı markalı kalemlerle aynı markalı defterlere yazıyoruz, aynı markalı gözlükleri takıyoruz, aynı markalı kıyafetleri giyiyoruz, aynı markalı televizyonları izliyor, aynı markalı telefonları kullanıyoruz. Yani aslında köleleşmiş, esir alınmış, kapitalist üretim ilişkilerinin pazarı haline gelmiş tutsaklarız. Daha çok, daha fazla ve daha hızlı tüketmek zorundayız. İşte bu çağın en makbul değerleri hız ve büyüklük.
Bu iki fetişin karşısında durup, bunların bir mecburiyet olmadığını söylemek, bunların karşısına yavaşlığı ve yerellikle demokrasiyi koymak, benim için başka bir dünyanın mümkün olması işte bu anlama geliyor.
Aslında evrendeki maceramıza bakarsak, 70 bin yıllık bir mazisi var homo sapiens dediğimiz insanoğlunun. Bunun neredeyse 55 bin yıllık bölümü doğayla uyumlu bir süreç içine geçiyor. Avcılık ve toplayıcılık dediğimiz dönemde, varlığını sürdürebilmek için doğa ile uyumlu yaşamak zorunda insanoğlu. Mevsimlere göre, coğrafyaya göre ne varsa onu zamanında yakalayarak veya toplayarak hayatını sürdürebiliyor. Bu doğa ile uyumlu bir yaşam demek. Ne zaman ki tarımı keşfediyor insanoğlu, giderek ihtiyacından daha fazlasını üretmeye, ürettiklerini biriktirmeye, ektiklerinin ne kadar verim vereceğini hesaplamaya başlıyor, o andan itibaren doğanın ritminden farklı bir ritimle yaşamaya başlıyor. Tüfek icat oldu mertlik bozuldu derler ya, onun gibi, tarım icat oluyor ve insanlık bozuluyor ve doğadan farklı bir ritimde yaşamaya başlıyor. Bu giderek tırmanıyor, tırmanıyor ve işte bugün, hepimizin içine düştüğü plastik- beton bir dünyanın içinde tutsak bir hayata mahkûm ediyor bizi. O nedenle insanların hepsinin aklının bir köşesinde ömrünün geri kalanını bir dağ köyünde veya balıkçı kasabasında dostları ile geçirmek gibi hayaller var. Çünkü bu artık sürdürülebilirliğini yitiren bir noktaya geldi. Artık o kadar büyüdü ki bu hız ve büyüklük tutkusu, insanlık hazdan uzaklaşan bir hızda, düşüncenin derinliğinden uzaklaşan bir sığlıkta yaşamaya başladı. Bu nedenle de bir kaçış arayışı doğdu.
Çünkü aynı zamanda, bu çağ yaratıcılığın öne çıktığı bir çağ. Her ne kadar köleleşmenin derinleştiği ve tutsaklığın arttığı bir çağ olarak tanımlasak da bir yandan da yaratıcılığın güçlendiği, onun ipuçlarının çoğaldığı bir çağ. Bu nedenle de insanlık bir yığın çözüm buluyor. Cittaslow da bunlardan birisi, yani hız ve büyüklüğün karşısına yavaşlık ve yerelliği ve onunla beraber demokrasiyi getiren bir alternatif. Bunun gibi pek çok çözüm var bundan kurtulmak için insanlığın bulduğu.

– Bu çözümlerle birlikte mi, bir düş olmaktan çıkıp gerçekleştirilebilir bir şey oluyor başka bir dünya isteği?
-Aynen öyle. Uzaktan bakınca bu çok naif, hatta ütopik gözüküyor ama değil. Yaşadıkça bunun mümkün olduğunu görüyoruz. Bunun gereklerini yaptıkça menzile yaklaştığımızı görüyoruz. Son on yılda Seferihisar’da gerçekleşenler de bunun bir düş olmadığını, yapılabilecek bir şeyler olduğunu gösteriyor.

– Yani nasıl başka bir dünya mümkünse başka bir Seferihisar’da mümkün…
– Evet ama gerçekten çok zor. Çünkü hayat öyle silindir gibi geçiyor ki üzerimizden, “bir dakika, başka bir şey mümkün demek” o kadar zorlaşıyor. Örneğin AVM istemediğimiz bir şey, değil mi? Yani bu kriterlerle örtüşmeyen, reddettiğimiz bir şey. Ama gidip açılışını yapıyorsun. Yani böyle kâh uzlaşarak, kâh direnerek, git gellerle yaşanan bir süreç. Çünkü aslında buna izin vermemek üzerine kurulu bütün sistem. Bütün başka seçeneklerin yok edilmesi üzerine kurulu.

– Küçük bir adacık olarak kalmaya bile müsaade etmiyor yani…
– Etmiyor, buna bile tahammülü yok. Çünkü o bir çıbanbaşı demek…

– Bir de maazallah başkasına örnek olur, yayılıverir…
– Aynen öyle, ama gerçekten, bir yandan da yayılıyoruz. Çok şaşırtıcı bir şekilde ve özellikle AKP’li belediyelerde yayılıyoruz. Yani şu an bizin Cittaslow network’ünün çoğu AKP’li belediyeler. CHP’li belediye sadece biz, bir de Sinop Gerze.

– Siyasi duruşu ne olursa olsun, aynı arayış söz konusu yani…
– Evet, bu aynı zamanda siyasi duruşundan bağımsız insanlığın bugünkü sığlığa teslim olmadığını da gösteriyor. Bizim kafamızda böyle şeyler var; AKP’liyse cahildir, bu işleri önemsemez, sürünün bir parçasıdır diye. Hiç de öyle değil, öyle bakmamak lazım. Herkesin kendi mahallesinin her şeyin en iyisini, en doğrusunu bildiğini düşünmesi, karşı mahalledekini ise koyun, sürü olarak görmesi bizim çok büyük talihsizliğimiz ve yanlışımız. Üstelik bizim sonumuzu hazırlayan, bizi zaafa uğratan ve zayıflatan bir yaklaşım tarzı.

– Peki, sekiz yılı geride bıraktınız sanırım, neyi değiştirmeyi başardınız Seferihisar’da?
– Çok şey değişti ama benim için en önemlisi kadınlar. Kadınların konumu değişti Seferihisar’da. Yine bunun kadar önemli bir şey, Seferihisarlıların özgüvenini kazanmasıdır. Seferihisarlı olarak anılmak sıradan bir şeydi. Şimdi bu değişti. Seferihisarlı olmak bir gurur meselesi, imrenilen, kıskanılan bir şey artık. Bunun herkese bir şekilde faydası oldu. İkinci büyük değişiklik de bu herhalde. Üçüncüsü hakikaten bir marka değeri kazandık. Seferihisar marka olmanın avantajını yaşıyor. Marka diyince aklınıza kapitalist piyasa, pazarlama gelmesin. Marka olmak hayatı gerçekten kolaylaştırıyor. Eğer iyi algı yaratan bir ününüz varsa, bu yaptığınız birçok şeyin kolay anlaşılmasına, sempati ile yaklaşılmasına yol açıyor. Cittaslow ile böyle bir marka kazandı Seferihisar. Son olarak da örnek olmaya başladı. Buna temel olan pek çok alt başlık var. Burada hayata geçirilen bir yığın uygulama, bir yığın politika, enstrüman, Türkiye’nin birçok yerinde, hatta dünyanın birçok yerinde uygulanan modeller haline gelmeye başladı.

– Bu başlıkları açalım mı biraz?
– Kadınlardan başlayalım o halde. Çok değil bundan on beş yirmi yıl önceye kadar kadınlar bizim çarşı merkezinden yürüyerek geçemezlermiş. Kadınların bu bastırılmışlıktan ileri gelen bir tutukluğu var yani. Fakat artık değil. Son yıllarda bu öyle bir değişti ki kadınlar bırakın çarşıdan geçememeyi, eşlerinin önünü kesip sen kenara çekil diyebilecek bir noktaya gelmeye başladılar. Çünkü ekonomik bağımsızlıklarını kazanıyorlar, ekonomik bağımsızlığını kazanmak rollerinin yeniden tanımlanmasını gerektiriyor. Kadın artık sadece çamaşır, bulaşık yıkayan, hot zot edilen bir varlık olmaktan çıkıyor. Çünkü artık çocuğunun harçlığını verebiliyor, ihtiyacı neyse kendisi gidip alabiliyor, bu müthiş bir özgüven kazandırıyor.

– Bunun sağlanmasında belediyenin rolü ne oldu?
Sonuçta biz belediye olarak, hayatı dönüştürme gücünün onlarda olduğunu ve bu erkek egemen toplumun değişmesi gerektiğini düşündüğümüz için onlara yol açmaya çalıştık, kapılar açtık. Onlar da açtığımız her kapıdan girdiler, hiç duraksamadılar. Sığacık’ta kadınların emeklerini ekonomik olarak değerlendirebilecekleri bir pazar kurduk. Bunun için kooperatifler var. Mahallelerde kurduğumuz kadın dayanışma merkezlerimiz var, Tepecik’te, Ulamış’ta, Ürkmez’de… Buralarda kadınlar bir araya geliyorlar, ortak üretim yapıyorlar, pazarlamak için ortak bir çaba gösteriyorlar, becerilerini, yeteneklerini geliştiriyorlar. Ekonomik gelirlerini arttırıyorlar. Bir yığın proje yaptık onlarla birlikte. Pekmez imalathanesi, “Gelecek Turizmde” projesi çerçevesinde yürütülen projeler, İzmir Kalkınma Ajansı’ndan alınan hibelerle yapılanlar… Daha önce “seferipazar.com” web sayfası, “Sefertası Lokantası “, yani birçok şey yapıldı ve bunların her biri de kadınların durumunu, onların misyonunu, duruşunu değiştirdi.
Dolayısıyla toplumu da değiştiren bir lokomotif haline geldiler. Bu değişiklik, kadınların çarşıdan geçebilmesi meselesi var ya, aslında arkasında bir yığın şeyi barındırıyor. Bu değişim erkekleri “adam” ediyor, toplumu topyekûn barıştırıyor, ıslah ediyor. Çünkü kadınların lokomotif olmadığı bir yerde, erkek egemen bir toplumda, barışı yakalamak da çok zor.
Asıl değişim buralarda yatıyor. Seferihisar’da on yıl öncesinde, Türkiye’nin her yerindeki gibi çok ciddi sokak kavgaları, mahalle kavgaları, görüş farklılıkları nedeniyle çatışmalar falan yaşanıyordu. Bu da değişti. Evvelsi gün kaymakamlıkta bir güvenlik toplantısı vardı, 16 Nisan referandumuna nasıl gidiyoruz diye. Jandarma Komutanı, Emniyet Müdürü ve amirleri, bütün kurum müdürleri, muhtarlar, yaklaşık 100 kişilik bir kalabalık. Oturduk, toplantıyı Kaymakam Bey açtı ve toplantı üç dakika sürdü. Üç dakika… “Ya, yok mu başka bir şey?” dedi Kaymakam Bey, ben söz istedim. “En kısa süren güvenlik toplantısı en güvenlikli kent olduğumuz anlamına gelir. Bir güvenlik toplantısı bu kadar kısa sürüyorsa o kentte güvenlikle ilgili sorun yok demektir. Hepinize teşekkür ederiz” dedim. Bunda kadınların rolünün olduğunu düşünüyorum. Kadınların bu kadar güçlü olduğu yerde savaşa, kavgaya, patırtıya, gürültüye izin verilmiyor. Kadınlar toplumsal iklimi de değiştiriyor, yumuşatıyor, güzelleştiriyor, insanileştiriyor.
Seferihisar’ın örnek olmasını sağlayan uygulamalardan devam edersek?..
Şubat ayında Şavşat’ta Cittaslow Türkiye’nin genel kurulunu yaptık. Şavşat’ın girişinde bizim heyeti diğer başkanlar ve bilim komitesi heyeti bir pankartla karşıladı. Pankarta yaklaştık, okuduk, Şavşat Çocuk Belediyesi “hoş geldiniz” diyor. Tüylerim diken diken oldu, çünkü Türkiye’de tek çocuk belediyesi bizde vardı. Biz kurduk fakat ta Türkiye’nin öbür ucunda, Gürcistan sınırında Şavşat’ta bunun örnek alınıp uygulanmış olması çok hoşuma gitti.
Bir başkası tarımla ilgili yaptıklarımız. Geçen hafta Kemalpaşa’da yerli tohum şenliği düzenlediler. Yerel tohumun satışını yasaklayan yasayı 2006’da AKP çıkarttı ve Kemalpaşa AKP’li bir belediye. Bugün Kemalpaşa Belediyesi tohum şenliği yapmak durumuna geldi. Çünkü gidişatta bir terslik olduğunu onlar da görüyor, bir arayışa girdiklerinde de etraflarına bakıyor, bizim yaptıklarımızı görüyorlar. Burada yaptığımız iyi bir şey dalga dalga yayılıyor. Bu bir tür kelebek etkisi. İyi örneklerin, iyi uygulamaların karşılık bulması ve yayılması.
Bir diğeri de enerji meselesi. Bunu hep söylüyorum, şu güneşi efektif, verimli bir şekilde kullanmamamız, yılın çoğunda güneş yüzü görmeyen Almanya kadar bile kullanmamamız, ya cehalettir ya ihanet. Bunun başka bir açıklaması olduğunu düşünmüyorum. Bizim ne yapıp edip güneş enerjisinden faydalanarak hem temiz enerji kullanmaya başlamamız hem de buradan insanlarımıza para kazandırmamız lazım. Eğer Ağaoğlu gelip burada rüzgâr enerjisi santrali açıyorsa, yani benim yüzüme yüzüme esen rüzgârdan para kazanıyorsa ve ben onu seyrediyorsam, çıraklık yapıyorsam, burada ters bir şey var demektir. Kabul edilebilir bir şey değil bu. Gelip bu tesisleri kurmalarına karşı değilim ama biz de burada Seferihisar halkını, yani bu topraklarda yaşayan insanları paydaş yapacağımız bir formül bulmak durumundayız. Böyle düşündük ve zaten kooperatifçiliğe de kafayı takmış olduğumuz için bir enerji kooperatifi kurmaya giriştik. Kurduk ve büyüteceğiz. Bu da bir ilk ve örnek alınacağını düşünüyorum.

– Peki, biraz da yapamadıklarınıza bakalım. Geceleri uykunuzu kaçıran, Seferihisar için şunu da yapmamız lazım dediğiniz bir şey var mı?
– Var, vatandaşların katılımı. Bunu istediğim gibi çözemedik bugün kadar. Katılımcı bir yönetim olması gerektiğine inandık. Bunun için gönüllülerle, sivil toplum kuruluşlarıyla birçok çalışmalar yaptık. Ama ya bizden kaynaklanan eksikler var, ya vatandaşlar yeterince sahip çıkmadı, bilmiyorum, istediğimiz gibi yürümedi. Ben çok daha katılımcı bir yönetim modeli ortaya koyabileceğimizi düşünüyorum ve bunu yapamamış olmanın hırsını ve ezikliği yaşıyorum. Bunu yapmış olmalıydık, bundan sonra da yapmalıyız. Çünkü bizim buradan üreteceğimiz bir model gerçekten yine tüm Türkiye’ye ışık olabilir, dünyaya örnek olabilir. Bir tane Terzi Fikri var, neredeyse 40 sene önce yaklaşık 11 ay belediye başkanlığı yaptı, biz bir efsane gibi hâlâ onu konuşuyoruz. Çünkü Terzi Fikri mahalle örgütlenmeleri konusunda çok iyi bir yapı kurdu ve başardı. Kurduğu mahalle örgütlenmesi modeli ile Fatsa’nın imece usulü kalkınması için çok güzel bir başarı hikâyesi ortaya koydu, üstelik 11 ayda.
Böyle katılımcı bir yönetim geleneğini ve örgütlenmesini oturttuğunuzda, artık yönetimde kim olduğundan bağımsız, o hedefleri paylaşan halkın inisiyatifiyle yürürsünüz. O saatten sonra başkan Tunç Soyer’miş, Ahmet’miş, Mehmet’miş, bir önemi kalmaz. George Lakoff diye bir dilbilimci var, diyor ki, insanlık tarihine baktığın zaman sol ve sağ arasında çok önemli bir ayrım noktası var, ikisi farklı aile metaforları ile bakarlar hayata. Ben buna inanıyorum, sol düşünce dayanışmacı aile metaforu ile dünyaya bakar, sağ düşünce otoriter babaya dayanan aile metaforu ile. Gerçekten bizim tarihimizde de hep aynı şeyi görüyoruz. Yani insanlar, aralarındaki dayanışmayı ne kadar güçlendirmişse, sol iktidara o kadar yaklaşmış. Ne kadar çok parçalanmışlarsa, Süleyman Demirel gibi babalar, Evren gibi paşalar, Tayyip Erdoğan gibi otoriterler ortaya çıkmış.
Dolayısıyla şunu söylemek istiyorum. İster solcu, ister sosyal demokrat, ister sosyalist deyin, yelpazeyi ne kadar genişletirseniz genişletin, bizi ileriye götürecek en temel mesele bu. Yönetimde dayanışmacı, katılımcı bir model kurgulayabilmek. Bunu bir yapabilsek, kurtarıcılara ihtiyacımız olmadığını, kendi kendimizi kurtarabileceğimizi keşfedeceğiz. Bu yüzden, en hayati meselenin burada yattığını düşünüyorum ama ne yazık ki ben bugüne kadar bunu yapamadım. En çok yapmak istediğim şey, geceleri uykumu kaçıran şey tam da bu.

– Başta dedik ya, sistemin küçük bir adacığa bile tahammülü yok. Seferihisar böylesi bir tehdit altında mı?
– İki tane güncel meselesi var Seferihisar’ın. Biri Sığacık’ta yapılması planlanan orkinos çiftliği, diğeri Ürkmez’e yapılacak yat limanı. Yaklaşık 5 sene önceydi, Sığacık Körfezi’ne yıllık 900 ton kapasiteli bir tesis kurulması gündeme geldi. Bunun için ÇED raporu verildi. Biz kavga dövüş, o heyet raporunu iptal ettirdik. Oraya kurulması planlanan çiftlik gitti başka yere. Üzerinden bu kadar zaman geçti, bizim itiraz ettiğimiz aynı yere, bu sefer yıllık 8500 ton kapasiteli, yani 9 misli büyüklüğünde bir tesis için olumlu ÇED raporu verdi Bakanlık. Yani biz ne yaparsak yapalım çevreyi Çevre Bakanlığından kurtaramıyoruz. Aynı şey Ürkmez’deki yat limanı projesinde yaşanıyor. 400 yat kapasiteli bir liman yapılacak diye bir rapor hazırlanmıştı, itiraz ettik. Şimdi 800 yat kapasiteli bir yat limanına ÇED olumlu raporu verildi. Biz 400’e itiraz ettik, iki misline çıkartarak cevap verdiler. Aynı orkinos çiftliğindeki gibi, dalga geçiyorlar yani, resmen alay ediyorlar bizimle. “Sen misin karşı çıkan, al sana iki misli.” Bizim geri çekileceğimizi, korkacağımızı mı zannediyorlar, bilmiyorum. Sonuna kadar mücadele edeceğiz tabii.

– Son sorum, Seferihisar’ın çok fazla sorunu da var. Belki küçük sorunlar gibi görünebilir ama insanların yaşamını, yaşam kalitesini etkilemek bakımından son derece önemli bunlar. Altyapı sorunları, trafik sorunu, yayalar için, özellikle sakatlar için şehir içinde güvenli ve rahat şekilde gezebilme sorunu. Denizleri aşarken önündeki su birikintisinde batmak değil mi bu?
– Bu şikâyetlere tümüyle hak veriyorum. En başta, bu kadar çok inşaat yapılıyor olması bir kere çok ciddi bir altyapı sorunu ile baş başa bıraktı bizi. Yapılan her inşaat büyük bir tahribat yaratıyor çevresinde, yolunda, kaldırımında, ulaşımında. Bu inşaat meselesinin bir durulması lazım ki biz bütün bu altyapı meselesini tekrar bir elden geçirebilelim. Şu anda yapmak, tekrar bozulacak olması nedeni ile tamamen israf. Buna da gönlümüz razı gelmiyor.
Şehir içindeki kaldırımlarla ve ulaşımla ilgili de çözüm arayışımız var. Araç trafiğini tek şeride indireceğiz. Şu anda ortalara diktiğimiz plastik babalar çok iyi bir çözümmüş gibi gözükmüyor ama başka çare yok. Yolu daraltıp tek şeride indirmek gerekiyor. Yakında o plastik babalar gidecek yerine büyük demir babalar gelecek. Yani üzerinden geçilemeyecek. Daha sonra refüje dönecek. Biz şehirdeki trafik akışını bir düzene sokmak, bir yandan da araç kullanma kültürünü geliştirmek zorundayız. Biraz sancılı oluyor ama olacak. Bütün dünya kent merkezlerine artık araç girişlerini engelleyecek, zorlaştıracak çözümlerle hayatını sürdürüyor. Eninde sonunda bizim de varacağımız yer bu ama birden bire olmuyor işte. Biraz itiş kakışla, biraz hazmederek yavaş yavaş olacak. Ama olacak yani ben buralarda batıp kalacağımızı düşünmüyorum yani dediğin gibi derede boğulmayız. Yani bunları aşarız, mutlaka aşarız. Tabii ki insanın yaşam kalitesini yakından ilgilendiren sorunlar ama ben bunları çözülemez sorunlar olarak görmüyorum. Dediğim gibi kentin büyüme hızı önümüze geçti, kontrol edilebilir olmayan bir hıza ulaştı o nedenle yavaşlatmak ve kontrol edilebilir bir noktada tekrar müdahale etmek durumundayız.

– Sağ olun, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.


MANDALİNA ÜRETİCİSİNE BİR MÜJDE DAHA

– Geçtiğimiz aylarda Ekvador’da Habitat Toplantısı’nda yoksulluğa karşı mücadele üzerine konuştunuz. Yerel yönetimlerin yoksulluk gibi genel bir sorun karşısında çözüm gücü var mı?
– Şu benim için çok net. Dünyadaki hiçbir global sorun yerelin katkısı olmaksızın çözülemez. Bunu bütün dünya anladı, bütün insanlık tekrar keşfetti. Yani yasalarla, yukarıdan aşağıya getirilecek çözümlerle ne iklim değişikliği ne yoksulluk ne enerji, hiçbir sorun çözülemiyor. Aşağıdaki insanların inanıp ikna olması, aşağıdan yukarıya çözümler üretilmesi gerekiyor. Yoksulluk meselesi de böyle. Yani bir hükümet seçeceğiz, o bizim yoksulluk derdimizi çözecek, böyle bir şey yok. Ben yerel yönetim olarak Seferihisar’da yaşayan insanların kişi başına düşen milli gelirini arttırmak zorundayım. Böyle bakıyorum meseleye. Tabii ki merkezî hükümetin çıkardığı yasalar ve uygulanan politikalar çok daha etkin. Ama bu, benim burada bir şey yapamayacağım anlamına gelmiyor. Onlar eksik yapıyorsa, yeterince yapmıyorsa, hatta umursamıyorsa dahi, ben yapmak zorundayım. İnsanlar bana mevzuatı bilerek oy vermiyor, bu şehri bana emanet etmeyi tercih ettikleri için, her türlü sorunlarını çözmem için oy veriyor. Dolayısıyla benim onların hayatını iyileştirecek her türlü fikri, her türlü araç gereci kullanarak elimden geleni yapmam lazım.
Örneğin kurduğumuz tesiste mandalinayı kurutup işleyerek, mandalina üreticilerimizin bir yerine beş kazanmasını sağladık. Hem de bunu jeotermal enerji kullanarak yaptık. Bu konuda yeni çalışmalarımız var.
Biraz daha üzerinde çalışmamız lazım, henüz ilan etmedik ama kısa bir süre sonra, gelecek yıl mandalinayı kaçtan alacağımızı ilan edeceğim. Yirmi yıldır mandalinanın satış fiyatı 50 kuruş ila 1 lira arasında olmuş. Yirmi yıldır… Felaket bir şey bu, izah edilebilir bir şey değil. Biz bugünden, gelecek yıl mandalinayı daha yüksek fiyattan alıyoruz diyeceğiz. Ama bunu tabi herkesten değil, en küçük üreticiden başlayarak alacağız. En çok 15 ton kapasitesi olan üreticiye kadar. Bu da yaklaşık 100 tane üretici demek. Yani biz, en küçük 100 üreticinin mandalinasını yüksek bir fiyatla satın alacağımızı şimdiden duyuracağız. Bunun çok önemli sonuçları olacak. Örneğin, küçük üretici o ağaçları sökme konusunda yaşadığı tereddütten vazgeçecek, “ bir sene daha dursun” diyecek belki. İkincisi, önünü görebilecek. Ne kadar çok ürün alabilirsem o kadar çok kazanırım diye düşüneceği için bahçesine daha iyi bakacak.
Bir sonucu daha var. Bu bütün ovayı etkileyecek, fiyatını değiştirecek. Tüccar buraya mal almaya geldiği zaman 30 kuruş fiyat çekemeyecek. Üretici, “belediye şu fiyattan aldı, sende arttır” diyecek. Dolayısıyla bu, sonuç itibarıyla keşfettiğimiz bir tane fırınla elde ettiğimiz bir şey ama sadece bizim ovanın değil, belki de sahil boyunca Mersin’e kadar bütün mandalina üreticisinin durumunu değiştirecek. Şimdi bir fabrika kuruyoruz ve hedefi büyüteceğiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir