Ahmet Uhri’yle Teos’ta Dionysos’un izinde

Ahmet Uhri arkeolog. 9 Eylül Üniversitesinde görev yapıyor. Özellikle yeme-içme kültürü üzerine çalışmaları, bu konuda kitap ve makaleleri var. Aynı zamanda, pek sürekli olamayan dergimizin sürekli yazarı. Uhri yazar olduğu kadar bir anlatıcı da. Keyifli arkeoloji sohbetlerinin aranan adamı, tatlı dilli bir arkeolog desek yeridir. Geçtiğimiz günlerde Teos Kültür Sanat Derneği’nin düzenlediği etkinlikte Teos antik kentini ve şarap tanrısı Dionysos adına yapılmış tapınağı anlattı. Ardından binlerce yıllık bir geleneğin devamı olarak, Seferihisar’da üretilen bir yerel şarabı tattık ve Uhri’den şarabın tarihi üzerine bir sunum dinledik. Gelemeyenler için, şarabın tadını anlatmak mümkün değil ama en azından Uhri’nin Teos gezisinde anlattıklarını paylaşalım. Fotoğrafları için Volkan Güvenç’e, ses kaydı için Ersin Baykal’a teşekkürler…

* * *

Burada 2010’dan beri süren yeni bir kazı çalışması var. Ondan önce 60’larda Yusuf Boysal’ın yaptığı çalışmalar vardı. Çok daha önceleri, 19. yüzyılda Society Dilettanti, yani Diletantlar Derneği burada araştırmalar yapmış, onu da unutmayalım. Türkçesi yüzeysel hevesli, yani işin profesyoneli olmayan ama meraklı insanlar. Ve sonrasında mimar Mustafa Uz’un çalışması elbette…
Teos aslında bayağı büyük gördüğünüz gibi, yarımadanın tamamını içine alıyor. İsthmus yarımadası. Arka tarafları daha çok mezarlık alanları ve iki tane de limanı var. Biri Sığacık tarafına doğru, diğeri de güneye doğru bakan ve en çok kullanılan liman. Burayı zenginleştiren zaten deniz kıyısında olması.
Tarihi epey bir eskiye gidiyor kentin. Protogeometrik dediğimiz dönemde, yaklaşık MÖ 1000-1050 civarında kurulduğu düşünülüyor. Fakat çevrede yapılan yüzey araştırmaları gösteriyor ki prehistorik dönemlerden beri, yani 4-5 bin yıl önceden beri burada insanlar yaşamış. Hatta bütün bu civara bakacak olursak, daha geniş anlamda bu bölgede insan yaşantısının izlerinin 8-9 bin yıl önceye kadar gittiğini görebiliriz. Burada değil ama Urla’ya doğru olan taraflarda, Neolitik dönemin, yani insanların ilk yerleşik yaşama geçtiği, tarıma başladığı zamanların izleri var. Hatta bütün Karaburun yarımadasına bakarsak, ilk insan izlerini bu bölgede 300 bin yıl öncesine kadar geriye götürmek olası. Karaburun’da Yeni Liman’da ve Akçakilise’deki incelemelerimizde bulduğumuz taş aletler bunu gösteriyor. O ilk Afrika’dan çıkan Homo erectus, yani dik yürüyen, iki ayak üstünde buralardan geçmiş Avrupa’ya. Yarımadanın böyle bir geçmişi var işte. Dolayısıyla insanlığın 300 bin yıldır üzerinde dolaştığı bir coğrafyadayız. Şimdi buyurun biz de buradan yürüyelim yavaş yavaş.

* * *

Dediğim gibi, kentin MÖ 1000-1050 civarında kurulduğu söyleniyor. O dönemlere baktığımızda Anadolu’ya Yunanistan’dan insanların geldiğini görüyoruz. Yunancanın Aiol lehçesini konuşanlar, Yunanistan’ın kuzeyinden çıkıp İzmir’in kuzeyine, Edremit’e kadar olan bölgeye yerleşiyorlar ki oraya Aiolya veya Aiolis diyoruz. Orta Yunanistan’dan çıkıp İzmir’den Büyük Menderes’e kadar uzanan kısma ise Yunancanın iyon lehçesini konuşanlar yerleştiği için, buraya da İyonya diyoruz. Daha aşağıya, Muğla’ya Fethiye’ye kadar olan bölgeye de Peloponez Yarımadasından gelen Dorlar yerleşiyor, Yunancanın Dor lehçesini konuşanlar ama oraya Dorya demeyeceğiz. Orası Karya zaten, bir adı var.
Yani burası İyonya. İzmir ise İyonya ile Aiolis arasında bir sınır. Hangi İzmir’den bahsediyorum, Bayraklı Tepekule höyüğünü biliyorsunuz, Smyrna. Onun kuzeyi, Karşıyaka tarafı Aiolis, Göztepe tarafı ise İyoniya. Bu şekilde yorumlayınca hoş da oluyor. Karşıyakalılar, 35 buçuk zaten, Aiolisli. Biz ise bu tarafta İyonyalıyız.
Burada Teos’ta, İyonya topraklarındayız. İyonya’nın tam ortasında olduğu için zamanında burasının başkent olarak önerildiğini biliyoruz antik yazarlarca ama böyle bir şey olmuyor. Ve bir İyon kenti olarak devam ediyor yoluna. MÖ 545 gibi, bir Pers istilası yaşayacak bütün İyonya, burası da nasibini alacak. Daha sonrasında Büyük İskender’in gelişiyle beraber, MÖ 333-334 gibi, özgürlüğüne kavuşacak.
Teos’un adı hep tartışmalı, tanrıyla bağlantılı olduğu söyleniyor. Deus ya da Zeus, yani tanrı, bunlar aynı kökten geliyorlar. Oraya dayandığı iddia ediliyor adının ama kökeni konusunda çok da fazla kaynak yok açıkçası.

* * *

MÖ 2-3. yüzyıl gibi, kent en zengin dönemlerini yaşarken, şu arkamda gördüğünüz, Anadolu’nun en büyük Dionysos tapınağını yapıyorlar.
Neden Dionysos tapınağı? Başka yerlerde Athena tapınağı vardır, Zeus vardır, Poseidon, Artemis vardır. En çok da Athena… Neredeyse her kentte Athena tapınağı vardır. Kenti Athena’nın kurduğuna inanırlar. Çünkü Athena zekanın, bilginin tanrıçasıdır, Zeus’un kafasından doğar. Bilginin üretildiği yer kent olduğu için, kentleşmenin de tanrıçasıdır aynı zamanda. Bu yüzden her kentte bir Athena tapınağı çıkar karşımıza. Burada var mı, belki kazılarda ortaya çıkacak. Ama burada bir Dionysos tapınağının varlığı kesin ve olması da çok uygun. Yüzünü denize dönmüş, arkasında düzgün bir ova var. Bu ovada ne yetişiyor? En önemlileri zeytin ve üzüm. Bunun yanı sıra incir var. Zeytin, üzüm, incir… Uygarlıkları, yüksek kültür dediğimiz kültürleri oluşturan bu üçlüdür. Tabi bunların yanına temel olarak buğdayı eklemeliyiz. Dionysos dediğimizde ilk aklımıza gelen de üzüm ve şarap. Halbuki sadece bu kadar değil, yüksek kültürün başka öğeleriyle de ilgili.


İşte Dionysos tapınağındayız. Dionysos, Zeus ile Semele’nin oğlu. Zeus bildiğiniz gibi çapkın bir tanrı. Hera’yı çeşitli kereler aldatır. Hera da buna kızıyor. Adamı bir rahat bırakmıyor. Zeus Semele ile birlikte olduktan sonra bir çocukları oluyor, Dionysos. Doğum hikâyesi de ilginç. Semele Dionysos’a hamileyken Hera kılık değiştirip yanına geliyor ve çocuğun babasının tanrı olmadığına dair şüpheler ekiyor kadının kafasına. İkna olmak isteyen Semele de Zeus’u kendisine bir tanrı olarak görünmeye zorluyor. Ama Zeus tanrı olarak şimşekler içinde ortaya çıkınca, kadın yanarak ölüyor. Doğmamış çocuğunu kurtaran Zeus, Hera’nın korkusundan onu bacağına saklıyor ve Hera gittiğinde onu baldırından doğuruyor. Dionysos iki kere doğan demek, adı da buradan geliyor.
Dionysos tanrıların toplandığı, ilk 12 tanrının olduğu Panteon’da yoktur. Sonradan gelmiş. Bu onun diğer tanrılara göre biraz daha aşağıda, daha avam, daha halk, biraz daha lümpen bir tanrı olduğunu gösterir. Athena Zeus’un kafasından doğarken bizim Dionysos baldırından doğmuş, bir yerde ayak takımı.
Neden öyle, çünkü Dionysos ne kadar kentli değer varsa hepsine karşı bir şeyi temsil ediyor. Dionysos şenliği dediğimiz şenlikte herkes sarhoş oluyor değil mi? Arkasından da orjiler var, sevişiliyor. Kadınlar da sarhoş oluyor, onlar da sevişiyor tabi. Dolayısıyla kentli erkekler bundan rahatsız oluyorlar. Eşlerimiz sarhoş oldu, kiminle yatacak diye bir korku duyuyorlar ve erkeklerin en büyük korkusudur bu. Bu korkunun da nedeni bellidir. Mülkiyet, mülkü kendinden gelene, kendi soyundan gelene devretmek. Ama babanın kim olduğunu anneden başkası bilemez ki. Dionysos bunları simgelediği, aile yapısını tehdit ettiği için pek de tekin bir tanrı değil kentliler için. Kimler için tekin ama; bohemler ve sanatçılar için, şarap içip eğlenen, hayattan tat alanlar için.
İlk tiyatro birliklerinden birisinin burada kurulması da buraya oturuyor. Dionysos’a tapanların başında bunlar geliyor. Bir de tabi bağcılık yapanlar, üzüm ve şarap üretenler. Kent tiyatroculara, sanatçılara sahip çıkıyor. Ama bunlar yiyip içip eğleniyorlar, sahneye çıkıp kadınları hayran bırakıyorlar ya da kadın sanatçılar erkekleri hayran bırakıyor. Ne oluyor, sonunda aile birlikleri çatırdamaya başlıyor. Kurtulmak için bunları sürgüne gönderiyorlar. Önce Lebedos’a. Ama orada da barınamıyorlar. Myonessos’a, yani bugün Çıfıt Kale dediğimiz, Doğanbey’in karşısındaki adaya gönderiyorlar. Bir süre sonra buraya tekrar geri gelecekler ama…
Bu arada tabi Dionysos şenlikleri burada devam ediyor. Gördüğünüz Dionysos tapınağı. Dar kenarında 6 tane, uzun kenarında 11 tane sütun olan, dikdörtgen biçiminde bir tapınak. Buralarda bir yerde heykeli de vardı büyük olasılıkla ama şimdi kayıp, belki ahşaptandı çürüyüp gitti. Bronzdan yapıldıysa eritilmiş olabilir. Mermerdense eğer, ileriki kazılarda ortaya çıkabilir.
Şimdi yavaş yavaş tapınaktan çıkalım.

* * *

Burası MÖ 1. yüzyılda bir deprem geçiriyor. Sonra tekrar yapılıyor. Onun etkilerini de görüyoruz. Tapınağın mermeri de buralardan elde ediliyor. Kara mermer, afrikano deniliyor bu mermere. Az ileride Karagöl var. Orası antik dönemin mermer ocağıdır. İsminin afrikano olmasının nedeni kara olmasından, bir de orada çalıştırılanların, Afrika’dan getirilmiş olmasından dolayı.

* * *

Buraları restore edilirken, bu yürüme yolları yapılırken bu büyük, eski ve yaşlı ağacın etrafında bir dinlenme alanı oluşturuldu. Zeytin ağaçlarına değineyim geçerken madem. Zeytin, Olea europae… Delice yani yabani zeytin olarak anavatanı bütün doğu Akdeniz. İlk evcilleştirildiği yer bizim güneydoğuda Antep’ten Filisten’e uzanan bölge, günümüzden yaklaşık 9000 yıl önce. Daha sonra bu evcilleştirme yöntemi ilerledikçe, öğrenildikçe, buradaki deliceler de evcilleştiriliyor. Günümüzden 5-6 bin yıl öncesinde, Ege’deki zeytin ağaçlarının artık aşılı, üreten zeytinler olduğunu söylemek olası. Bu yarımadadaki, hatta Anadolu’daki yaşayan en yaşlı zeytin ağacı bugün Urla’da. Yapılan çalışmalar 3800 yaşında olduğunu gösterdi. Dünyadaki en eski zeytin ağacı ise 4200 yaşında, galiba İsrail’de. Asıl memleketi oralar ne de olsa. Bu arada Anadolu’daki en yaşlı ağaç ise bir porsuk ağacı. 4500 yaşında olabilir.

Fotoğraf: Volkan Güvenç

* * *

Kentin Bouleuterion’una geldik. Yani halk meclisine. Bütün özgür bireylerin, özgür ailelerin hepsinden seçilmiş belirli bireylerin bir araya gelip kentin sorunlarını tartıştığı yer. Hepsi erkek tabii. Yarım daireden biraz daha geniş, yaklaşık olarak 18 tane oturma sırası vardı yanlış hatırlamıyorsam. Karşısında çok düzgün kesme taşlardan yapılmış bir sahne. Esas girişleri yanlardan ama biz buradan kaçak giriş yaptık atlayarak. Söz almak isteyen çıkıyor sahneye, konuşuyor, kentle ilgili sorunlar burada tartışılıyor.

Fotoğraf: Volkan Güvenç

Şimdi kazıyı yapanların da bir sorunu var, onu konuşalım. Gölgesinde oturduğumuz bu ağaç… Kazı başkanı Musa Kadıoğlu ile de konuştuk bunu, bu ağaç burayı patlatıyor. Bir süre sonra bu taşlar oynayacak. Bu ağaç kesilecek mi, kesilmeyecek mi? Taşınamıyor da… Bu ağaç neredeyse 150-200 yaşında. Bir pistacia terebinthus. Çitlenbik ya da menengiç yani. Evet, çok da yakışıyor buraya, burayla çok güzel özdeşleşiyor. Müthiş bir fotoğraf veriyor. Bakın bu kadar kişiyi aldı gölgesine. Korkmayın, kesilmeyecek. Geçen sene, kazı başkanı Musa Kadıoğlu da sunum yapmıştı Teos Yazarevi’nde, bu ağacı kesmeyeceklerini söylemişti. Başka bir çözüm bulunur mu bilmiyorum?
Bu ağaçtan çok var buralarda. Terebentin elde ediliyor bundan. Bunun aşılı olanına sakız diyoruz. Antep fıstığı da bunun başka bir çeşidi. Pistacia terebinthus Antik Yunan’da kutsal, Apollon’un ve Zeus’un ağacı. Tanelerinden yağ, gövdesinden de reçine elde ediliyor. Antiseptik etkisi var. Değişik tedavilerde kullanılıyor. Mesela eczacılığın babası Galenos bunu Bergama’da gladyatörleri tedavi ederken kullandığı merheme katıyor. Anforaların içine sıvanıyor ki içine şarap koyduğunuzda sirkeleşmesin. Tanelerinden kahve de yapılıyor, menengiç kahvesi. Siirt’te çok kullanılan bıttım sabunu da bundan. Mikrop öldürücü özelliği sayesinde sedef hastalığında işe yarıyor.
Şimdi Bouleuterion’un baktığı yöne, güneye dönün, denizi görüyoruz. Aşağıda antik liman var, ama biz o tarafa değil tiyatroya gideceğiz.

* * *

Evet, şimdi buradan yavaş yavaş kalkalım tiyatroya gidelim. Kentin akropol tepesinin eteklerindeyiz. Tepe yamaç halinde aşağıya doğru indiği için tiyatro yapmaya uygun bir oyuk (kavea) burası. Bu oyuk içerisine taşları döşeyerek önce şu alt kısmı oluşturuyorsunuz. Üzerine kaba taşlarla ince bir mermer veya buradaki traverten, tam emin değilim, yukarıya kadar hepsini yerleştiriyorsunuz. Yukarıda da bir diazoma var, yarım daireden biraz daha fazla bir yürüyüş yeri. Sesim oradan duyuluyor mu? (Yukarıda gezenlere sesleniyor.)
-Duyuluyor, duyuluyor.
– Bakın akustiğinin iyi olduğunu da test etmiş olduk. İşte yanındaki taşıyıcı duvarlarla birlikte tipik Helenistik bir tiyatro. Roma döneminde bu tiyatro daha da büyütülüyor tabi. Ona göre oturma yerleri, üzerinde yürünecek basamaklar geliştiriliyor ve bir de sanatçıların hazırlandığı bir kulis, bir sahne binası ekliyorlar. Sahneye çıkış yerleri de belli. Şuradan sahneye çıkıyorsunuz, halkı selamlıyorsunuz ve başlıyorsunuz oyununuza.

Tiyatronun üst sıralarındayım. Ahmet Uhri sesleniyor aşağıdan, “Sesim oradan duyuluyor mu?”

* * *

Sığacık’taki kaleyi buradan çektikleri taşlarla yapıyorlar. Seferihisar’ın adı oradan geliyor. Osmanlı Rodos’a, Girit’e, Sakız’a, şuraya buraya sefer yaparken kullanmak için bir hisar yapıyor buraya. En yakın taş ocağı neresi, antik kentler tabi. Bunu yalnızca Osmanlı değil, Bizans da yapmıştır. Devşirme malzeme diyoruz buna. Aslında bunda korkulacak bir şey yok. Çünkü malzeme bir yere gitmiyor, yer değiştiriyor, gerekirse alır getirir, burada tekrar kullanılırsınız.
Şöyle düşünün, İzmir’de Pasaport’la Gümrük arasında yürüyorsunuz, yerdeki bembeyaz mermerleri fark ettiniz mi? Onların bir kısmının İzmir antik tiyatrosundan getirildiği söylenir. Kadifekale’den aşağıya getirilmiş. Hem de yeni, sene 1865. Fransızlar rıhtımı yaparken yukarıdan o taşları getirirler. Kıyıyı ve karşıdaki rıhtımı ve dalgakıranı antik kentlerden getirilen taşlardan yaparlar. Bunlar her zaman her yerde bu şekilde kullanılıyor. Döngüsel tarih anlayışına da uygun bu. Aynı şey orada döner durur, hep onunla iç içe yaşadığı için o malzemeyi içselleşmiştir. Kendi evinin eşiğine koyar. Heykeli alır evin duvarına yapıştırır. Girin Kızlarağası Hanına, çınar ağacının oradan karşı tarafa doğru baktığınızda eski binaların birinde bir Afrodit heykeli göreceksiniz. Belki de dini bütün bir müslüman amca almış çıplak heykeli oraya koymuş. Aslında bir yerde korumadır bu, karşı çıkmak, dalga geçmek veya aşağılamak çok doğru değil. Burada konu dışarıya kaçırılmaması, işte o zaman sorun olur.

Fotoğraf: Volkan Güvenç

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir