Almanya’dan Seferihisar’a, kent yaşamından doğal tarıma…

Fatma Yerebasmaz Çetiner ve Emin Çetiner Seferihisar’da yaşıyor. Emin abi yıllarca Almanya’da avukatlık yapmış, Fatma abla ise bir sosyal hizmet kurumunda danışman olarak çalışmış. Seferihisar’a emekli olduktan sonra yerleşmişler. Şimdi 50 dönümlük bahçelerinde badem yetiştiriyorlar, kendi arazilerine uygun doğal ve organik tarım yöntemlerini öğrenip uygulamaya çalışıyorlar. Aslan yavrusu dört köpekleriyle birlikte sürdürdükleri yaşantıyı merak ettik ve onlara misafir olduk.

Suzan Yılmaz: Çok rüzgârlı değil mi burası? Nasıl baş ediyorsunuz rüzgârla?

– Fatma Yerebasmaz Çetiner: Bol bol krem sürüyoruz 😊.

– Emin Çetiner: Burada en önemli sorunumuz rüzgâr. Herkes suyla ilgili problemden bahseder ama esas sıkıntımız bu. Çünkü toprağa kuruttuğu gibi bitkinin yapraklarına da zarar veriyor, kavuruyor. Buna karşı ne yapabiliriz diye araştırdım, Afrika’da yapılan bir uygulamaya denk geldim. Bitkilerden ve ağaçlardan rüzgâr seti yapıyorlar. Ben de deniyorum. Kargalarla iş birliği yapıyorum. Benim bahçem poyraz alıyor. O yönde kargaların ekmiş olduğu meşe ağaçları var. Meşe tohumlarını ya ağzından düşürüyorlar ya da gömüyorlar. Kendi kendine çıkan ağaçların farkına varınca büyümeye bıraktım. Şimdi boyumu geçtiler. Biraz daha büyüyünce rüzgâra set olacaklar.

Bunun dışında tedbirler de almaya başladık. Akasya çok çabuk büyüyen ağaçlardandır, akasya diktim örneğin. Aralarda başka ağaçlar da var. Neticede o yönde doğal bir duvar oluşturma niyetindeyiz. Rüzgârı kesersek daha az suya ihtiyacımız olacağını da düşünüyorum.

– Paldır küldür girdik konuya ama iyi oldu, burada bir de su sorunu var, bunun için ne yapıyorsunuz?

– EÇ: Ponza taşı kullanmaya karar verdim. Ponzayı ağaçların dibine yaymak suretiyle su tutmasını sağlayacağız. Bu sayede ağaçlar yağış zamanı geçse bile bir müddet suyu tutacaklar. Suladığımızda rüzgâr bir saatte kurutuyorsa, ponza taşının bu süreyi birkaç misli uzatacağını düşünüyoruz.

Bu konuda ben yıllar öncesinden bilgi toplamaya başlamıştım. Seferihisar’da bir profesör bu konuda sunum yapmıştı. İlk defa orada ponza taşının bu amaç için kullanılabildiğini öğrendim. Daha önce başlamam gerekiyordu aslında ama maddi koşullar falan yüzünden gecikti, bugünlere kadar geldik.

– Bu tür sorunlara karşı her şeyi en baştan planlamak ve uygulamak mümkün olmuyor sanırım.

– EÇ: Çok deneyimli bir çiftçiden, Gödence Köyü’nden Özcan Bey’den öğrendiğim bir şey var: Her çiftçi kendi tarlasına ve kendi iklim şartlarına göre kendi yöntemini oluşturur. Biz buranın iklim şartlarını sonradan öğrenmeye, incelemeye başladık. Bir sıkıntıyla karşılaştıkça buna en uygun çözüm yolunu araştırarak, soruşturarak yola koyulduk. Uygulamaya bazen paramız yetti bazen de yetmedi. Mesela yağmur suyu biriktirebilmek için depolar aldık. Böylece yağmur suyunun yanı sıra kuyulardaki suyu da buradaki depolara basabileceğiz. Aldığımız son iki depo hesapta olmayan bir masraftı mesela. Ya da bir badem kırma makinesi aldık. Bademin kalitesinden ve lezzetinden kayıp vermemesi için kullanabileceğimiz kurutma rafları aldık. Bunlar üretimin günlük giderleri dışında, hesapta olmayan masraflardı bizim için.

– FY: Senin planların dışında şöyle şeyler de oluyor, mesela hava şartlarından dolayı borular patlıyor. Bir kangal borunun patlaması hem maliyet hem zaman kaybı. Seni hiç hesapta yokken iki üç hafta geriye atıyor. Gidip boruyu alacaksın, getireceksin, bağlayacak, monte edecek birini bulacaksın. Ya da motorun bozuluyor gene aynı hikâye. Planladığın gibi yürümüyor yani.

– Yıllarca Almanya’da çalıştınız, tam emeklilik yaşınız geldiğinde burada böyle zorlu tarafları da olan bir yaşamı tercih etmek neden?

– FY: Konuşmaya sorunlardan başladık ama Emin de ben de burada yaşamaktan, toprakla uğraşmaktan çok mutluyuz. Onca sene şehirde çalıştıktan sonra burada toprağa değmek müthiş bir şey… Frankfurt’ta da küçük bir bahçemiz vardı, oradan kendi domatesimi, biberimi, çileğimi alıyordum. Benim pek zamanım olmuyordu ama Emin vakit ayırabiliyordu, bahçemiz cennet bahçesi gibi oluyordu.

– Bilinçli olarak mı seçtiniz burayı?

– EÇ: Biraz bilinçli biraz tesadüfen diyebiliriz. Küçük bir sahil kasabasında bahçeli bir evde yaşamak gibi bir düşüncemiz de vardı ama burası ağır bastı, hayat bizi buraya getirdi.

– FY: Şunun da etkisi var tabii. İkimiz de topraktan geliyoruz. Çocukluğumuz öyle geçmiş. Zamanında toprakla uğraşmışız. Yani bu işe soyunabilmenin, böyle bir yere gelip de rahat edebilmenin ve mutlu olabilmenin esas çıkış noktası bu bence. Toprak insanın kökünde olmalı. Her halükârda toprağın bir çağrısı var bence, toprak bizi çağırdı.

– Daha yerleşmeden önce buraya dair şunu ekerim, şunu yetiştiririm diye bir plan var mıydı kafanızda?

– EÇ: Tabii. Burada badem yetiştirebiliriz diye düşünmüştüm. Bu toprağa çok uygun çünkü. Burada badem, ceviz, kiraz, erik ve incir ağaçları yetişebilir. Biz bademde karar kıldık. Çünkü badem ve ceviz dışındakileri çok hızlı pazarlamak lazım. Kısa sürede satamazsan elinde kalır, bütün emeklerin boşa gider. Bu da bizim yapacağımız bir iş değil diye düşündüm.

Ceviz de olabilirdi ama o da hemen ürün veren bir ağaç değil. Olgunlaşması, meyve vermesi uzun süre alıyor. İlk başta çok bakım ve su istiyor. Denedik de zaten, 30-35 tane diktik ancak 3-5 tanesi tuttu. Suyu bir hafta veremedin mi hemen kuruyup gidiyorlar. Büyüyene kadar çok nazlı bir bitki…

Bademde karar kıldıktan sonra Ege Üniversitesi’ne gidip toprak analizi yaptırdım. Onlar da “burada güzel badem olur” dediler. Bir doçentle konuştum orada, dikmeyi düşündüğüm türleri söyledim. Onların uygun olmadığını, ferragnes ve ferraduel çeşitlerinin bu iklime ve toprağa uygun olacağını söyledi. Ben de onun tavsiyesine uydum, biraz da aroması daha kuvvetli bir çeşit olan Teksas bademi ektim.

– Datça’da falan yetişen yerli badem türleri burada olmuyor mu, neden bunları tercih etmediniz?

– EÇ: Bizim çeşitlerin henüz çiçeklendiği dönemde Datça bademi çağla çıkarır. Erkencidir yani. Erkenci badem kuzeyde olmuyor, erken çiçek açıyor ve don vuruyor. Bu sene üç dört defa don oldu mesela.

– Kaç badem ağacınız var?

EÇ: Toplam 1200. Geçtiğimiz yıllarda bir yangın geçirdik, 250-300 ağacımız yandı. Onları da yeni yeni telafi ediyoruz.

– Zahmetli oluyor mu bu kadar ağaçla uğraşmak?

– EÇ: Biz bademi silkerek toplamıyoruz. Tek tek ağaçtan topluyoruz. Bu da büyük iş demek gerçekten.

– Niye böyle yapıyorsunuz, ne farkı var?

– EÇ: Silkerek topladığınızda ağaçta, güneşin altında biraz daha kurumasını beklemek zorundasınız. Biz elle, içi daha kurumadan topluyoruz ve sonra gölgede kurutuyoruz. Güneşte kurursa hem lezzetini hem yağını ve suyunu kaybediyor. Dalından toplayıp gölgede kurutulduğunda daha kaliteli bir ürün ortaya çıkıyor ama çok emek isteyen bir iş tabii.

Organik ve doğal tarım yöntemleri kullanmaya gayret ediyorsunuz, bu yöneliş nereden doğdu? Çiftçi çocuğuyuz dediniz ama atadan gördüğünüz yöntemler böyle değildir sanırım…

– EÇ: Okuyorsun, araştırıyorsun, dünyanın yani çevrenin durumunu daha iyi görmeye başlıyorsun. Diyorsun ki mademki bu işi yapıyorum, insana, doğaya yararlı şekilde yapayım. Yaptığım işin yararlı olabilmesi için ne yapmalıyım? Bunları araştırıyorsun, kitaplarda ya da başka çiftçilerin tecrübelerinde cevabını buluyorsun. Bu kitap diyor ki mesela araziyi tek çeşitle değil çeşitli ağaç ve bitkilerle planladığında yüzde 18 daha fazla karbondioksit tutuyorsun. Karbonu toprakta tutmak çok önemli iklim ve çevre açısından.

Her ağaç ortalama yedi kilogram karbondioksiti oksijene çeviriyor. 1200 badem, 400 zeytin ağacımız var. Azar azar değişik çeşitlerden olanları da sayarsak, sadece şu arazide 20 ton karbondioksit tutma, yok etme şansımız var.

Dünyanın herhangi bir köşesinde bir ağacın kuruması, kesilmesi bütün dünyaya zarar. Ve tersinden bir tanecik ağacın yeşermesi bütün dünyaya fayda… Biz öyle bakmaya başladık ve öyle olunca doğaya da başka türlü yaklaşıyoruz tabii.

Organik ve doğal tarıma da bu şekilde yöneldik. Ben daha başlarken buna karar vermiştim. Az önce anlattığım, ponza taşını öneren hocaya bunu söylemiştim, dedi ki sen kolayını seçmişsin. Öyle bir algı da var insanlarda. Organik tarımda, doğal tarımda hiçbir şey yapmıyorsun gibi geliyor insanlara. Onlar ilaç atıyor ürünü korumak için ama bu başka sonuçlara yol açıyor. Sen ise doğal yöntemler bulmak ve uygulamak zorundasın. Sonuçta o sorunu senin de çözmen lazım.

– Sizin kullandığınız yöntemler nasıl?

– EÇ: Mesela kimyasal gübre yerine mikrobiyal gübre veriyorum. Toprağı güçlendiren, kimyasal kirliliğe yol açmayan canlı mikroorganizmaların kullanıldığı gübreler bunlar. Ya da deniz yosunu var, gübre olarak kullandığımız.

Başlarda keçi gübresi veriyordum. Sonra baktım yosun daha ucuz. Üstelik keçi gübresini uygulamak da daha zor, dağıtması, serpmesi var. Deniz yosunundan 3-4 kilo aldığında, sulandırıp yapraklardan vermen yetiyor.

Bizim hayvanlarımız yok ama buraya çevredeki çobanların hayvanlarını sokuyoruz. Otları yediriyorlar. Toprağı doğal yoldan tepeliyorlar, gübrelerini buraya bırakıyorlar. Hayvanların kontrollü şekilde otlamasına izin vererek yaban otların temizlenmesi ve gübre konusunda destek almış oluyorum. Aslında tabiatın döngüsünün burada oluşmasına izin vermiş oluyoruz. O döngüyü bozacak tarımsal yöntemler uygulamamak yeterli aslında.

Bunlar dışında uygulayabileceğim başka yöntemleri de araştırıyorum. Viyana Üniversitesi’nde susuz tarım araştırması yapıyorlar. Onları da takip etmeye çalışıyorum. Dünya tarımı sürdürebilmek için doğaya zarar vermeyen aksine o döngüyü destekleyen başka bir yola girmek durumunda. Biraz önce ağaç çeşitliliğiyle bir rüzgâr seti yapacağım dedim ya. Bunu başka amaçla da kullanıyorlar mesela. Orman tarımı diyorlar. Ağaçlar ve orman bitkilerinin peşi sıra çalı bitkisi ekiyorlar, üçüncü sıraya sebze ekiyorlar. Bu çeşitlilikle monokültürü kaldırmak istiyorlar.

Böyle uygulamalar yapmaya çalışıyorum işte. Bir sıra akasya, meşe, sonra daha küçük alanda zeytinlerim var. Ufak tefek denemeler de yapıyorum. Kurt üzümü dikiyorum mesela, bir çalı bitkisi. Böyle küçük ağaçlar, çalılar ve arada yetiştireceğim diğer bitkilerden oluşan bir çeşitlilik. İşte buna orman tarımı diyorlar. Bu yöntem toprağı da zenginleştirecek. Yaprağını dökenler olacak. O azota, gübreye dönüşecek. Kendimiz kompost gübre de yapıyoruz.

Bir de yabani bakla deniyorum. Çok da güzel, morlu beyazlı çiçek açıyorlar. Arılar da çok seviyor. Baklanın bir kısmını tarlada bırakıyoruz, kalanı topluyoruz. Çok daha güzel şeyler de yapabiliriz yavaş yavaş, gücümüz yettiğince.

Tüm dünyada bilinçli tarım yapanlar artık bu yöntemlere yöneliyor. Bazı hükümetler de bunu teşvik ediyor, organik tarım yapın, hayvan yetiştirin, ben size teşvik veririm diyor. Bize de teşvik var ama sadece adı teşvik.

– Esas olarak badem üretiyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?

– EÇ: Başta üretimimiz fazla olmadığı için eş dost alıyordu. Çevremiz çok destek oluyor. Mesela yangın yaşadığımız zaman arkadaşlarımızdan çok büyük destek gördük. Bütün ürünü aldılar. O sayede yananların yerine hızla yeni ağaçlar alabildim.

Tabii ürün fazlalaştıkça başka yollar düşünüyorsun. Kabuklu olunca kolay kolay satılmıyor. Onun için küçük bir kırma makinesi aldık. Baktık ki makinada kırarken kimi bademler ufalanıyor veya dağılıyor, onlardan da badem unu yapmaya başladık. Makinanın bu kusuru farklı bir üretime de kapı aralamış oldu. Şimdi kalın kabuklu bademleri kırıp bir kısmını un yaparak satmak istiyoruz. Kalın kabuklu olduğu için daha yağlı, daha lezzetli. Bu yollarla bademe bir artı değer de katmış oluyoruz. Ama genel olarak pazarlama konusundan pek anladığımızı söyleyemem.

– Epey bir iş var gibi burada, nasıl geçiyor gününüz?

– FY: Sabahleyin erken kalkıyoruz. Eğer planlı bir işimiz varsa, mesela çapa zamanı ya da toplama zamanı, Emin 5’te evden çıkar. Bizimle çalışan kadınları getirir. İki üç saat hep beraber çalışırız. Sonra kadınlar gidince badem açmaya ya da başka bir işe koyuluruz.

Çok planlı veya acil bir işimiz yoksa güne 8-9 gibi başlarız. Mutlaka yapılacak ufak tefek işlerimiz olur, onlara koyuluruz. Çöp toplama, sulama, ağaç dikimi, badem kırma, zeytin toplama… Geçen yıl Seferihisar Kadınlar Kooperatifi için altın otu dikmiştik. Onları sulamak zorundayız düzenli olarak. Her gün yapacak iş var burada, iş bitmez.

Sürekli burada olmamızın avantajı var tabii, zamanı istediğimiz gibi kullanabiliyoruz. Başka bir yerde yaşıyor ve tarlaya bahçeye gidip geliyor olsak daha zor olurdu. Arkadaşlar geliyor bazen, bahçede ya da etrafta yürüyüşe çıkıyoruz.

Burada çok programlı olmak zorundayız. Güneşe bağlı çalışıyoruz. Elektriği, enerjiyi de güneşten aldığımız için çok tasarruflu yaşamak zorundayız.

Kentte, daha kalabalık içinde yaşamayı özlüyor musunuz?

– FY: Sürekli burada olduğun zaman buranın akışı seni sürüklüyor. Ama insan içine girmeyi özlüyorsun. Seferihisar’a bir dondurma yemeye inmek, konsere gitmek, arkadaşlarla dışarıda kahvaltı etmek… Sizin Kültürevi’nde oturup iki insan görmek, bir kahve içip iki sohbet etmek… Bunlar güzel oluyor. Bize iyi geliyor.

Ama uzun süre uzak kalmak çok zorluyor bizi. Örneğin Almanya’ya çocukların yanına gidiyoruz, iki haftalık bilet almış oluyoruz. On gün olmadan bahçeyi, doğayı, ağaçları, yürüyüşümü, köpeklerimi ve buradaki işlerimi özlemeye başlıyorum. Biz buralı olmuşuz yani.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir