Doğal Tarımın Peşinde -1 Tayfun Özkaya ile “Agroekolojiyle başka bir tarım mümkün”

Hepimiz sağlıklı beslenmek istiyoruz. Yediğimiz şeyden emin olmak istiyoruz. Lezzetli olsun istiyoruz. Meyvede sebzede o eski tatları arıyoruz. Ucuz olsun, makul fiyatlarda olsun istiyoruz.
Yani gıdayla ilgili dertlerimiz hiç bitmiyor. Bizim derdimiz bunlar ama daha büyük dertler de var. Dünyada iki milyar insan aç ya da yetersiz, sağlıksız besleniyor.
Yani endüstriyel tarımla bu işi çözülmüyor. Bu artık apaçık meydanda. Çözülmediği gibi daha büyük sorunlar ortaya çıkıyor. Mesela bu tarım sistemi su kaynaklarımızı tüketiyor, iklim krizini büyütecek etkenlere neden oluyor.
Başka türlü bir tarım mümkün mü diye düşünürken, bunu bir bilene soralım dedik. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden emekli Profesör Tayfun Özkaya’yla konuştuk.

Prof. Tayfun Özkaya

Tayfun Hoca konuya akademik ilgisinin yanı sıra, gıda topluluklarından tarım kolektiflerine kadar çeşitli yapılar içinde doğayla uyumlu bir tarım hareketi için gayret gösteren bir gönüllü. Konuyla daha yakından ilgilenen okurlarımız için ekleyelim, editörlerinden olduğu “Agroekoloji – Başka Bir Tarım Mümkün Adlı” kitabı da geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı.

Şimdi Tayfun Özkaya’ya kulak verelim…

Söyleşiyi podcast olarak dinlemek için;

– Nedir agroekoloji, bunu tanımlar mısınız önce?

– Tayfun Özkaya: Karşıtıyla birlikte tanımlarsak çok daha iyi olur. Şu anda dünyaya hâkim olan tarım sistemi ne yazık ki endüstriyel tarımdır. Tarım ilaçlarını -çiftçiler haklı olarak bunlara zehir diyor- ve kimyasal gübreleri yoğun olarak kullanan, ağır makinelerle yürütülen, yoğun su tüketen bir sistem bu. Bu arada şirket tohumlarını da unutmayalım. Yani tümüyle sanayinin, büyük şirketlerin ürettiği girdileri dayanan bir sistem.

Endüstriyel tarımın tam karşıtı diyebileceğimiz agroekolojik tarım ise tarım kimyasalları gibi dışarıdan sanayinin üretmiş olduğu bu girdiler yerine ekolojiyi kullanıyor. Ekolojik prensiplerden yararlanıyor. Olabildiğince basit örnekler vermeye çalışacağım. Mesela zaman zaman ürünlere zarar veren böcekler var. Endüstriyel tarımda çiftçi, kimyasal ilaçlar kullanarak bunları yok etmeye çalışıyor. Agroekolojik tarım ise bunu yapmıyor. Doğada var olan bir dengeden yararlanmaya çalışıyor. Çünkü doğada aynı zamanda bu böcekleri yiyen, bunların çoğalmasını engelleyen böcekler, canlılar var. Predatörler, avcı böcekler hatta bakteriler, mantarlar… Doğadaki denge bozulmazsa, hiçbir zaman herhangi bir zararlı böcek çok yüksek miktarlarda olamıyor. Ama siz tarım ilacı kullandığınızda önce bu predatörler, avcı böcekler yok oluyor. Onlar yok olunca ürünlerinize zarar veren böceklerin sayısı anormal derecede artıyor. Bu sefer onun için zehir kullanmanız gerekiyor. Bir tuzağın içine düşmüş oluyorsunuz. Endüstriyel tarım böyle bir tuzak işte. Bir kere o yola girdiniz mi artık çıkmak zor. Agroekoloji ise ekoloji bilimini, bilgisini, deneyimini kullanarak, tarım kimyasallarını dışlayarak bir yol bulmaya çalışıyor kendisine.

Endüstriyel tarım tarım ilaçlarını ve kimyasal gübreleri kullanan, yoğun biçimde su tüketen, ağır makinelerle yürütülen, monokültürü esas alan bir sistem.

– Bugünkü endüstriyel tarım verimliliği artırma, artan nüfusu doyurma gibi beklentilerle birlikte, “yeşil devrim” denilen bir süreçle başladı. Bir 70 yıllık mazisi var yani. Sonuçları ne oldu?

– Endüstriyel tarım önce dekar başına verimi arttırıyor gibi gözüküyor. Fakat bunu sağlayabilmek için çok yüksek düzeyde tarım kimyasalları ve kimyasal gübreler kullanmaya başlıyorsunuz. Kimyasal gübreler toprakta yabancı otları kışkırtıyor. Yabancı otları öldürmek için herbisit kullanmaya başlıyorsunuz. Bu bir kısır döngü, dediğim gibi bir tuzak. Ve sonuçta toprak bu yoğun kimyasal gübreler nedeniyle canlılığını yitirmeye başlıyor. Ölmeye başlıyor. O zaman ertesi sene daha çok gübre kullanmaya başlıyorsunuz. Çiftçi her sene dışarıdan alınan tarım kimyasallarına ve diğer girdilere daha fazla para ödemek zorunda kalıyor. Bir bakıyorsunuz ki kazandığı paranın önemli bir kesimini tarımsal girdilere vermeye başlamış.

Bu arada kullanılan tarımsal girdiler son derece zehirli, toksik. Hem doğal yaşam için hem bunları atan çiftçiler için hem de bunların ürünlerini yiyen tüketiciler için zararlı. Niye bu kadar çok kanser vakaları arttı?.. Bunlar büyük ölçüde, tabii ki diğer kirlenmelerle birlikte, tarım kimyasallarıyla ilgili.

Aynı zamanda bu tarım sistemi monokültüre yol açıyor. Bir çiftçi eskiden bir sürü ürün yetiştirirken tek bir ürüne yönelmeye başlıyor. Mesela sadece çilek yetiştiriyor veya sadece buğday, pamuk yetiştiriyor. Bu problemleri daha da derinleştiriyor. Örneğin bazı böcekler özellikle bir bitkiyi çok sever. Lahana kelebeği deriz mesela, diğer bütün bitkileri bırakır, lahanaya, karnabahara, brokoliye gider. Sadece bunları ektiyseniz, bu defa lahana kelebeği anormal miktarlarda artıyor. Zehir kullanarak bununla mücadele etmeye yöneliyorsunuz ya da ürününüzü tümüyle kaybediyorsunuz. Ama değişik ürünler ekerseniz o zaman iş değişiyor.

Monokültürün sosyal ve ekonomik açıdan da etkileri var. Birden çok ürün yetiştiren bir çiftçi bunları mahalli olarak, yerel olarak pazarlayabilir. Ama tek bir ürün üretiyorsa, ürününü toplu şekilde aracılara satmak zorunda kalıyor. Çiftçiler çok daha büyük oranda aracıların eline düşmüş oluyor. O zaman aracılar satın aldıkları fiyatları düşürüyorlar ve Çiftçi ürününü satarken de sömürülmeye başlıyor. Böyle sosyal, ekonomik bir sürü etkisi, sonucu var endüstriyel tarımın.

1947 yılında DDT zehrinin tarımda kullanımını öven bir şirket afişi.

– Ege’de son yaşanan orman yangınlarıyla iklim krizi yeniden gündeme geldi. Endüstriyel tarımın buradaki rolü ne?

– Çok büyük. FAO yani Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü, tarımın küresel iklim krizi üzerinde yüzde 25 dolaylarında rol oynadığını söylüyor. Bu hesaplamayı başka biçimde yapan kuruluşlar da var. Mesela La Via Campesina, çiftçilerin uluslararası örgütü hesabı biraz farklı bir açıdan yapıyor. Biraz evvel söylemiştim, monokültürleşme olduğu zaman ürünler yerel olarak pazarlanmaktan ziyade uzun mesafeler kat edip başka pazarlara taşınmaya başlıyor. Hatta bu küresel boyutlara varıyor. Mesela Türkiye ta Amerika’dan pirinç ithal ediyor. Kanada’dan mercimek getiriyor. Bu ürünler rüzgâr gücüyle gelmiyor ki. Bunun için de yakıtlar, petrol türevleri kullanılıyor. Bu da tarım sistemin küresel iklim krizi üzerinde dolaylı bir etkisi.

Bir başka etken de tarım arazisi için orman açmalar. Brezilya’da durum çok kötü, GDO’lu ürün yetiştirmek için ormanları yakıyorlar, soya yetiştirmeye kalkıyorlar. Bunun da sera gazlarına katkıları var. La Via Campesina tüm bunları hesaba katarak, mevcut endüstriyel tarım sisteminin iklim krizi üzerindeki etkisinin yüzde 48 dolaylarına olduğunu söylüyor.

Burada tarımla ilgili mesele toprağın organik maddeyi tutması. Endüstriyel tarım nedeniyle toprak bozuluyor, canlılığını kaybediyor. Bu Türkiye’de de tüm dünyada da çok yaygın bir olgu. Bir çalışma için Eskişehir’e gitmiştim, çiftçilere sordum, “kürekle kazdığınız zaman hiç solucan görüyor musunuz?” diye. Hiç solucan görmüyorlar. Toprak tamamen ölmüş vaziyette yani. Halbuki eskiden toprak, bitki atıkları vesaire sayesinde o organik maddeyi tutardı. Organik maddenin tutulması karbonun doğada kalması demek. Yani sera gazlarının azalması demek. Şunu da hesaplamışlar, bütün dünyada tarım topraklarında karbon, daha doğrusu organik madde oranı yüzde 1 daha artsa, salınan karbondioksitin tümü toprağa girecek.

 

– Bunlar hep endüstriyel tarımın olumsuz etkileri. Peki vaatleri gerçekleşebildi mi?

– Kesinlikle gerçekleşmedi. Dünyada kelimenin gerçek anlamıyla açlık çeken insanların sayısı, kötü beslenmeleri katmıyoruz işin içine, yani düpedüz aç olan insanların sayısı 800 milyon ile 1 milyar arasında gidip geliyor. Neredeyse dünyanın sekizde biri aç. Yarıya yakını ise kötü besleniyor. Sizce gerçekleşmiş mi yeşil devrimin vaatleri?..

Endüstriyel tarım taraftarlarının “bu iş agroekolojik tarım ile olmaz, verim düşer” gibi iddiaları var. “Yoksa aç kalırız” diyorlar. Şu anda dünya zaten aç. Yani hiçbir şey çözümlenmemiş aksine daha kötüye gitmiş vaziyette.

Bu verimlilik konusu çok tartışmalı bir konu. Amerika’da bu konuda araştırmalar yapan, onarıcı tarım destekleyicilerinden Rodale Enstitüsü var. Rejeneratif tarım diyorlar, Türkçesi onarıcı tarım. Bunların Amerika’da 30 yılı aşkın süredir çok büyük bir alanda devam eden bir araştırması var. Bir yanda gübresiyle, şusu busuyla klasik endüstriyel tarım modelini uyguluyorlar. Bir yanda kendi tarlalarında onarıcı tarım dedikleri yöntemlerle tarım yapmaya çalışıyorlar. Tarım ilacı vermiyorlar, tarımsal gübre vermiyorlar. Münavebe yapıyor, yani sırayla, nöbetleşe ekim yapıyorlar. Toprağı işlemiyorlar. Mesela buğdayın arkasından soya ekecekse daha buğday çıkmadan ekiyor. Bu 30 yıldır süren araştırma gösteriyor ki ekolojik seçenekte verim bir miktar daha yüksek. Çok fazla değil ama bir miktar daha yüksek. Ama daha ilginç olan bir şey var. Havaların kötü gittiği kurak yıllarda bu verim farkı ekolojik seçenek lehine çok daha yüksek oluyor. Demek ki sert bir küresel iklim değişikliğine doğru gittiğimize göre, ekolojik bir üretimin daha verimli ve daha güvenli olacağı kesin.

Şimdi diyeceksin ki bu Amerika’dan bir tanecik örnek, ölçü olamaz. Ama bu konuda binlerce araştırmayı ve deneyi bir araya getirmiş çalışmalar var. Meta analiz dediğimiz şeyler. Bunlar da aynı şeyi gösteriyor. Ekolojik tarımın verimliliği hiçbirinde öyle iddia edildiği gibi gerilerde kalmıyor. Bazı ürünlerde daha verimli. Özellikle münavebe yapılmış ürünlerde dikkat çekiyor.

Şunu da eklememiz lazım. Endüstriyel tarımın verimliliğinin biraz yüksek olduğu sonuçlar da var ama çoğunluğu buğday üzerine ve organik tarımla karşılaştırmalı yapılmış. Organik tarım tam anlamıyla agroekolojik tarımı temsil etmiyor. Biraz sistem içine alınmış, kapitalist sistem organik tarımı kendisine benzetmiş. Kimyasal girdiler yerine biyopestisit dediğimiz ilaçlar ya da biyo-gübreler kullanılıyor. Bunları da yine o büyük firmalar üretiyor. Yine yüksek girdi maliyetleri, yine büyük şirketlere bağımlılık söz konusu yani.

Agroekoloji bu yapay biyolojik girdileri de kullanmanın ötesine geçmeye çalışıyor. Hiçbir şekilde bu ürünleri kullanmadan, tamamen ekolojik dengelerle ve çiftlikten gelen girdilerle bu işi yapmaya çalışıyor. Buğdayda yeterince ekolojik araştırma yok, bu verim hesaplamalarında ekolojik tarım aleyhine böyle bir etken de var.

Bir şeyi daha mutlaka eklemem gerekiyor. Endüstriyel tarım hesapları genellikle ürünlerin dekara göre verimleri üzerinden yapıyor. Dekara verim iyi bir ölçü değil. Bir çiftlik düşünün, orada hayvancılık var, yem bitkileri var, sebzeler var. Tüm bu ürünler arasında bir ilişki var aslında. Hayvandan elde ettiğiniz gübreyi diğer ürünlere verirsiniz. Bu ürünlerin atıklarıyla hayvanları beslersiniz. Samanı malç olarak domatesin altına yayarsınız. Bu bir döngü. Verimi de her bir ürünün birim verimi üzerinden değil, çiftlik düzeyinde hesaplamanız lazım. Bu ölçütlere dayanan araştırmalara baktığınız zaman, agroekolojik tarımın çok büyük bir üstünlüğü var.

Brezilya’dan bir agroekoloji uygulaması örneği.

– Bağımlılık dediniz ya, agroekolojik tarımın çiftçinin bağımsızlığı açısından nasıl bir anlamı var?

– Dünyada bu endüstriyel tarım hâkim oldukça çiftçiler geleneksel bilgilerini unuttular. Girdi satanlara çok bağımlı oldular. Bitki ıslahçıları şirketlerle çalışıyorlar. Tohumda yine bu şirketlere bağımlı oldular.

Agroekolojide ise küçük çiftçinin üretimde kendi ayakları üzerinde durabildiği bir sistem söz konusu. Toprağın verdiğini kullanarak, doğanın verdiğini kullanarak girdi ihtiyacını ortadan kaldırıyor. Katılımcı ıslah dediğimiz bir yöntem var. Çiftçiler en başından beri bu çalışmaların içinde yer alıyorlar. Şirket tohumları yerine, fikri mülkiyet hakkıyla sahiplenilmemiş özgür tohumları kullanıyorlar. Böylece bu bağımlılıktan da kurtuluyorlar.

Özgür tohumların çiftçi için ekonomik faydası dışında bir avantajı daha var. Her yere adapte olmuş tohumlar yetiştirilebiliyor. Henüz buğday gibi temel ürünlerde bu tür çalışmalar gerçekleşmedi ama bunlar tamamlandığında agroekolojik tarzın üstünlüğü çok daha öne çıkacak. Mesela Filipinler’de pirinç üzerine bitki ıslahçıları ile çiftçilerin beraber çalışarak ürettiği tohumluklar var. Verimleri ve dirençleri şirketlerin veya devletlerin satmış olduğu çeltik çeşitlerine göre çok daha yüksek.

 

– Hep vurguladığınız bir şey de agroekolojik tarımın sosyal adalet boyutu, bunu açar mısınız?

– Bir yönü açlık meselesiyle ilgili. Bazı konferanslarda soruyorum; “dünyadaki açlar en çok nerede yaşıyor” diyorum, “kırlarda mı, kentlerde mi?” Çoğu kişi kentlerde diyor, halbuki doğru değil. Dünyadaki açların çoğunluğu kırlarda yaşıyor. Bu insanlar neden aç? Öncelikle toprağı yok. Toprakları olsa kendilerini doyururlar. Ama büyük ölçekli endüstriyel tarım küçük çiftçiyi yok etmiş, topraksızlaştırmış. Bütün bir tarım havzasında tek ürün yetiştirilsin istiyor endüstriyel tarım. Monokültür dediğimiz şey yani. Ama aç bir insanın küçük bir toprağı olsa, oradan önce kendi mutfak ihtiyacımı çıkarayım diyecek. Sebzesinden meyvesine, varsa bir iki hayvanı sütüne kadar, önce kendini doyuracak. Belki fazlasını da pazarda satacak. İşte endüstriyel tarımın istemediği şey bu. Bu yüzden dünyada açların çoğu kırlarda yaşıyor. Bu da kırlardaki dengesiz toprak dağılımından veya servet dağılımından kaynaklanıyor.

Ya da hayvancılıktan örnek vereyim. Hayvancılıkta eğer siz insanları sömürmek istiyorsanız, o zaman çok sayıda hayvanı bir araya toplayacaksınız. Onları yemleme sisteminiz farklı olacak. Merada otlatmayacaksınız, yemi önlerine getireceksiniz. Soya yetiştirmeniz, mısır yetiştirmeniz, yoksa satın almanız gerekiyor. Bu ürünler için çok su gerekiyor. Su kaynaklarını tüketeceksiniz. Suyu daha derinlerden çekmek için daha çok enerji gerekiyor. Elektrik lazım. Elektrik için termik santral lazım. Termik santral için kömür ithalatı lazım. Hatta onlara göre nükleer santral lazım. Bütün bir sistem insanın ve doğanın sömürülmesine dayanıyor.

Agroekoloji ise bunun karşısında beş aşamalı bir sistem öneriyor. İlk aşamalarda girdi kullanımını azaltmakla başlıyor. Tarım zehirlerini ve gübreleri. Sonra gıda sisteminin yeniden düzenlenmesi geliyor. İlişki tabanlı ve alternatif pazarlara dayanan pazarlama sistemlerini dahil ediyor. Süper marketler yerine tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları, ekolojik pazarlar. Ve tabii bir devlet politikasını gerektiren bir aşama daha var. Herkesin bu ürünlere ulaşabilecek bir gelir elde etmesini sağlayacak önlemleri, ithalatta dampingli ürünleri engellemeyi, bir takım zehirli tarım ilaçlarını tümden yasaklamayı kapsayan… Bu aşamalarla birlikte agroekolojik bir tarım sisteminin yaşam bulmasından söz edebiliriz.

Bu nedenle agroekoloji bir toplumsal hareket eşliğinde gelişmeli. Eşitlikçi, toprak reformu talep eden, yanlış tarım politikalarına müdahale eden, topraksız çiftçi kalmaması için mücadele eden bir toplumsal hareket…

Eşitlikçi bir anlayışla yapılmadığı taktirde endüstriyel tarım aradan sızıyor, hortluyor zaten. Dünyada her iyi şeyi olduğu gibi, agroekolojiyi de kötüye kullanmak isteyenler var. 2014 yılında mesela BM Tarım ve Gıda Örgütü FAO agroekoloji üzerine bir kongre yapmıştı. ABD gibi büyük devletler bunu engellemek istediler. Engelleyemeyince, politik konular, sosyal konular burada tartışılmasın dediler ve agroekolojiyi bir tekniğe indirgemeye çalıştılar. Şirketlerin agroekolojisi diye bir şey ortaya çıktı. Şimdi şirketler “biz agroekoljiye karşı değiliz, bunları uygulayalım” diyor. Ama söylediğim aşamalardan sadece teknik, uygulamaya dair olanlardan söz ediyorlar. Bir laf vardır, bir şeyin devam etmesini istiyorsanız, bazı şeylerin değişmesine müsaade edeceksiniz. Şirketler de böyle bir agroekoloji tarzı da uyguluyorlar.

Buna karşılık halkın agroekolojisi diye bir şey doğuyor tabii. Nitekim FAO’nın bu yaklaşımına tepki duyan La Via Campesina, Nyeleni çalıştayında kendi farkını ortaya koyma zorunluluğu hissetti. Sosyal adalet, eşitlikçilik gibi ilkelerin agroekolojide temel bir yere sahip olduğunu ve bu bakımdan FAO’dan, büyük dünya devletlerinden ve büyük şirketlerden ciddi bir şekilde koptuklarını ortaya koydu.

Küçük çiftçilerin uluslararası örgütü Via Campesina (Çiftçilerin Yolu) halkın agroekolojisini savunuyor.

– Medeniyetin kuruluşu anlamına gelen tarım insanlığın şimdiye kadarki geçmişinde temel bir rol oynamış, böyle giderse medeniyetin yıkımında da rolü olacak. Son olarak, tarımın geleceğiyle insanlığın geleceği arasındaki ilişki için ne söyleyeceksiniz?

– Her alanda doğrusal ekonomiden döngüsel ekonomiye geçiş gerektiriyor. Bu tarımda da mümkün. Biraz evvel söylediğim gibi tarımın, buna ormancılık, hayvancılık ve meracılık da dahil, bu küresel iklim değişikliğine katkıları tahmin edilenin çok çok üstünde. İnsanlığı doyuramayan, yoksullaştıran, öte yandan üstelik doğayı da yıkıcı bir şekilde tahrip eden bir tarım sisteminden bahsediyoruz. Bu bir yıkım demek. Ama agroekolojik ilkelere dayanan, doğayla uyumlu bir sisteme geçilebilirse, tarım küresel iklim değişikliğini frenlemek de dahil olmak üzere şimdiye kadarki yıkımı onarma imkanlarını da sunuyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir