Permakültür: Yaşamı yeniden tasarlamak

Hele bir de içinize işlemeye başladıysa, permakültür size neler yaptırmaz… Evinizdeki sifonun haznesinin içine pet şişe koydurarak küçülttürür; evinizin yönüne göre önünüzden geçen güneşle neler yapabilirsiniz diye kafa patlatırken bulursunuz kendinizi. Yağmurdan su hasadı yaptırtır; çöpe atılan organik çöpleri “bu solucana, bu bokaşiye, bu sokaktaki tek bıyık kediye” diye ayırtır.

Zenginlik ya da büyük yok oluş
20’li yaşlarımda aklımı duş alırken ayaklarımdan akan köpüklü suya takmıştım. Şehrin tonlarca atık suyu büyük beton borularla denize akardı. Sanki suyu birileri sürekli üretiyormuş gibi, faturası ödendiği müddetçe ben temizdim, her şey yolundaydı. Sanayileşmeden ve kirletmeden zenginleşilemez denirdi o zamanlar. Kirlilik ise zengin olunca yüzleşilecek bir problemdi. Önce bir cebimiz dolsun, sonra bakarız çaresine… Zenginleşmek, zaman içinde paketlenmiş gıda ürünlerinin ucuzlaması, daha çok tüketmemiz ve kirletmemiz anlamına geldi. Her gelir grubunun eline bir paket cips ve teneke kutu içecek alabiliyor olması benim kafamdaki zenginlik değildi ama.
Son 20 yılda zenginlik kavramının içeriği de başka türlü doldu. Zengin, herkesten daha eşit ve daha haklı olan, iyi giyinen, güzel olan, değilse parayı basıp güzelleşen, kelse saçlanan, en son model cep telefonu elinde selfie çeken, en “trend” restoranlarda meşhur şefler tarafından ağzına yedirilen oldu. İki kadınla evlenen ama üçünden çocuk yapan, parasını bastırıp sınıfını geçen, sarhoşken trafik kazası yapıp ceza almayan… Zenginlik çok geliştirdi kendini.
Parasal zenginliğin yapabileceklerinin sınırını genişletmesi tek başına olmadı tabii. Üstüne başka başka sorunlar eklendi. Bahsettiğim şeyler doğanın fosil yakıt temelli ekonomi yüzünden kirlenmesi, orman yangınları, kutupların erimesi, amazonların yok olması, kuraklık ve seller, biyoçeşitliliğin azalması, istilacı bitki, böcek ve hastalıklar değil. Bizim insanoğlu olarak kendi yaşadığımız ekosistemde, pek çok şey yoldan çıktı. Sosyal çözülme, kadın, çocuk ve hayvan istismarları, savaşlar, zorunlu kitlesel göçler, şehirlerin gitgide genişleyen kenar mahalleleri, suç oranlarındaki artış, azınlıkları suçlama, ekonomik daralmalar… Bütün bunların artışından bahsediyorum. Resme iki adım uzaktan bakınca, tüm sorunların birbirine bağlı olduğunu, tekil sorunlara ve çözümlerine odaklanırsak tek bir sorunu bile çözemeyeceğimizi görüyoruz. Biz yok etiğimiz dünyanın parçasıyız, elbette onunla birlikte yok oluyoruz.


Ucuzluk ya da fosil yakıtın gücü
“Ucuz”, insanoğlunun doğadan kopuk, kendi yarattığı değerlendirme tablosunda pozitif bir verimlilik değeridir. İşveren ucuza adam çalıştırır, enerjinin ucuzunu severiz, ucuza bulduğumuzda ihtiyacımız olmayan, buzdolabına iliştirdiğimiz süslü mıknatıslar alırız. Ama “ucuzluğun” içinde yer aldığı verimlilik tablosuna nedense, sürdürebilirlik ve insanın içinde yaşadığı ekosisteme, dolayısıyla kendine verdiği zarar bir maliyet etkeni olarak girmez. Ucuzluk bizim gelecekte bu dünyada yaşayacak torunlarımızı ya da ekosistemimizdeki üveyik kuşlarını aklımızdan alıverir. İşte fosil yakıtlar da aklımızı başımızdan alacak kadar ucuz ve verimlidir. Doğanın bin yıllardır içinde sakladığı tonlarca metreküp karbonu böylece yeryüzüne çıkarmaya başlarız. Sanayi devrimi, insan gücüyle asla ulaşamayacağımız hız ve verimlilikle çalışan, kolay taşınan, devasa makineleri çalıştıracak çarkları çevirecek muazzam bir enerji kaynağı ile şahlanır.
Her ne kadar elma ile armut karşılaştırılamazsa da, somut bir örnek olarak, bir varil petrolün ortaya çıkardığı enerjiyi, bir insan 12,5 yıl boyunca haftada 40 saat çalışarak üretebilir.(1) Küçük enerji kölelerimiz olmasa, bunları tek başına yapamazdık.


Bolluk ya da kimyasal gübreler ve pestisitler
Yaklaşık 200 yıl önce sayımız 1 milyar civarındaydı ve çoğunlukla kırsal kesimde yaşıyorduk. 1900-2000 yılları arasında nüfusumuz 5 milyar kadar daha arttı. Nüfus bol gıda kıt dediler; makineleşme bu kadar insana yiyecek yetiştirme işini insanlardan alarak, makinelerin ve yakıtların üzerine kaydırdı. Şehirlerdeki fabrikalar, kırın işsizlerine yeni iş yaratarak bu değişimin bir kısmını gerçekleştirdi.
Nüfus artışıyla gelen ihtiyaçları karşılamak için sürekli kullanılan topraklar bereketsizleşmeye başlamıştı. Tarımdaki ilk büyük değişim kimyasal gübre kullanımı ile oldu. Büyük miktarda enerji kullanılarak, havadaki azot bağlanarak kimyasal gübrelerin üretilmesine devrim dediler. Ancak atadan kalma tohumlar çevreye adapte olup kendi yöntemleriyle zararlılarla savaşarak yaşamlarına devam etseler de, gübre desteğiyle bile bir noktaya kadar verim sağlıyordu. Sonrasında tonlarca gübre ekleseniz de verim artmıyordu. Bir devrim daha geldi, insanoğlunun verim tablosuna daha yakışacak üst metabolizma ile çalışan tohumlar geliştirildi. Kimyasal gübrelerle el ele vererek, hasat verimleri kat kat yükseldi. Bu sefer, bu ziyafeti kaçırmayacak böceklerin yarattığı sorun ortaya çıktı. Onca verim heba mı olacaktı, bu zincire pestisitler eklendi. Böcekler insektisitle, topraktaki yüksek azotla beslenen yabani otlar herbisitlerle öldürüldü.(2)
Tarımın ucuz petrolden yararlanması, bizim geçen birkaç on yıl boyunca ucuz ve bol gıdadan yararlanmamızı sağladı. Ucuzluğun gerçek maliyeti hiç hesaplanmadı. Tahıl üretimindeki artış, petrol ürünleri tüketimindeki artış ve nüfus artışı aynı hızla yükseldi. Bol ve zengin bir kaynak bulmuş insanoğlu tüketmeye başladı.


Tüketim ya da bilinçli insanın vurdumduymazlığı
Yeni ekonomi ve verim sistemi, ihtiyacımız olmayan şeyler olmadan yaşayamayacağımızı bize belletir. Bilmem ne marka pantolon olmadan yaşayamayacak hale geliriz.
Buradaki garipliği herkes görür ama bir de ihtiyacımız olan şeylerin tüketimi var tabii. Mesela su. Dünya tatlı su kaynaklarının yaklaşık %71’i tarım amaçlı kullanılıyor. Bunu %18 ile sanayi ve %11 ile evsel kullanım izliyor.*** Birçok insan, kendi tüketiminin tarım ve sanayi içinde de payı olduğunu görmezden gelerek, “eh, evde az kullanıyormuşuz” deyip geçiyor, kendini temize çıkarıyor. Oysa AVM’deki indirimden sadece ucuz diye ihtiyacımız olmadığı halde aldığımız bir tişört için gereken 250 gramlık pamuğu üretmek 2 bin litre suya mal oluyor. 1 kilogram domates için salma sulama ile 130 litre tatlı su kullanılıyor.
Geçtiğimiz on yıllarda, “sen özelsin, sen güzelsin” gazını bol bol yediğimizden, bize verilen deterjan müjdelerine ve sür babam sür, hiçbir işe yaramasa da yüzümüzde fazladan güzellik umudu veren kremlere karşı koyamaz hassaslıktayız. Ayrıca o ayakkabılar o kadar rahat ki…
Ama enseyi karartmamak, insanoğlunu o kadar da suçlamamak lazım diyelim. Bu kadar bol ve kolay kaynağı hangi organizma bulsa benzerini yapardı. Ama hani bilinçli insanoğlu doğanın kontrol mekanizmalarının dışındaydı. Bu gelişkin bilişsel seviyesi ile geldiği noktada, selfiesinin hangi açıdan en güzel çıktığını bildiği kadar, gelecekte açlık, kitlesel ölüm ve hastalıklarla karşı karşıya kalacağının da farkında olması gerekmez mi?


Permakültür ya da konforsuzluktaki huzur
Permakültür, bugün artık gözümüze belirgin bir şekilde batan gidişatı çok erken, hatta belki fazla erken dillendiren Avustralyalı Bill Mollison ve David Holmgren tarafından 1970’li yıllarda bulunmuş bir tasarım yöntemi. Permanent (sürekli) ve culture (kültür- tarım) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş. Günümüzde “süreklilik” kelimesinin yanında “onarmak” da bu kavramın bir parçası olmuş.
Kavramının babası Bill Molison’ın da bizzat öğrencisi olan, çölleri yeşillendiren üstat Geoff Lawton, “Permakültür, insanoğlunun sürdürülebilir bir şekilde yaşayabilmek adına gereksinimlerini karşılamasını ve içinde bulunduğu çevreyi zenginleştirmesini öngören bir tasarım bilimidir” diye tarif eder ve devam eder: “Dolayısıyla, permakültür ilkeleri insanlığın ayak izini en zararlı ayak izi olmaktan çıkarıp, yeryüzündeki en faydalı ayak izine dönüştürmektedir. Çünkü tabiat bu şekilde işliyor.”
Permakültür belirli bir zorluğu doğanın yaklaşımlarından örnek alınan teknik ve stratejilerle, ekolojik ve sosyal açıdan en iyi biçimde çözmek demek. Bu zorluk veya tasarım problemi tarımsal, teknik, sosyal veya finansal, her konuda olabilir. Permakültür tüm problemlere bir etik ile yaklaşır. Bu etik doğanın yaşamını milyarlarca yıldır sürdürmesini sağlayan kuralları insan ahlakı ile bir zemine oturtma çabası olarak özetlenebilir. Permakültür yaşam alanımız olan dünyayı gözetmeyi, insanı gözetmeyi ve elimizde fazla olanı (para, zaman, ağaçtan erik, kullanmadığın eşya vesaire) bu gözettiklerine geri kazandırmayı kendine prensip edinir. Aynı doğa gibi. Permakültür tüm ilke ve uygulamalarını doğadan öğrenir.
Yani permakültür, markaların vaat ettiği gibi “Parasını ödediğin müddetçe otur, sen bir şey yapma, biz yaparız”ın olmadığı bir dünya tasavvur eder. Şehirlerde yaşadığımız hayat yüzünden koptuğumuz, artık unuttuğumuz bir dünyadır bu. Günümüzde sistemsel olarak ertelenen problemlerle yüzleştiğiniz, daha az konforlu ama bolca tatmin ve çözüme sırtını dayamış bir yönteme dayanır.
Hele bir de içinize işlemeye başladıysa, permakültür size neler yaptırmaz… Evinizdeki sifonun haznesinin içine pet şişe koydurarak küçülttürür; evinizin yönüne göre önünüzden geçen güneşle neler yapabilirsiniz diye kafa patlatırken bulursunuz kendinizi. Yağmurdan su hasadı yaptırtır; çöpe atılan organik çöpleri, “bu solucana, bu bokaşiye, bu sokaktaki tek bıyık kediye” diye ayırtır. Pet şişe su içirmez, yanınızda kendi şişenizi taşıttırır.
Bir bakmışsınız planlı bir insan olmuşsunuz, araba ile yapılan işler birleşmiş, elde bez torbalar pazara gidiliyor, gezerken gözler yerlerde çöplerde. Bir bakmışsınız yerden çöp alıyorsunuz, yanınızdaki insan sizi görüyor, o da çöp topluyor, iyilik bulaşıyor, hep beraber çöpleri topluyorsunuz. Yağlar lavaboya dökülmüyor, elektrik gereksiz kullanılmıyor. Ve neler yapabildiğinizi gördükçe, motivasyonunuz artıyor, daha diyorsunuz. Artık her şey değişmiştir. Siz değişmişsinizdir.
Gelecek yazılarda daha geniş olarak, Permakültür ilkeleri, tasarımları ve uygulama örnekleri, yaşanmış yerel ve dünyadan tecrübeleri ve kişisel olarak neler yapabileceğimiz konusunda yazacağım. Huzursuzlara duyurulur…

DİPNOTLAR
1) Luis de Sousa, “What Is a Human Being Worth (in Terms of Energy)?” The oil Drum: Europe, July . [cited November 15, 2011].
2) Toby Hemenway, Permakültür Şehirde