Nuray Önoğlu ile… Zor zamanlarda bağımsız kitapçılık

Nuray Önoğlu jeoloji eğitimi aldı, emekli olduktan sonra çeviri yapmaya başladı, altı yıl önce ise eşi Ergun Tavlan ile İzmir’de Yerdeniz Kitapçısı’nı açtı. Pandemi döneminin zorluklarını okurlarının dayanışmasıyla aştı. Bağımsız kitapçı ve kırtasiyecilerin yayınladığı ortak bildiride imzası bulunan Önoğlu, “Kitapta sabit fiyat, yaşamsal bir mesele. Son bağımsız kitapçı da kapandığında internet sitelerinin, tekellerin, zincir mağazaların bize reva gördükleriyle baş başa kalacağız” diyor. Şu sıralar Jack Zipes’in “Grimmler’in Mirası” adlı kuramsal kitabını ve Omer Friedlander’ın öykülerini çeviren Nuray Önoğlu ile kitapçılığı, yayın dünyasının geleceğini, masalları konuştuk.

 

Bilimden edebiyata doğru bir yolculuğunuz var. Nasıl gelişti olaylar; tesadüf, merak, sıkıntı?…

Tesadüflerin de büyük önemi var ama çok haylaz, meraklı bir çocuktum. Kızların pek okutulmadığı bir coğrafyada büyüdüm, nitekim ablamı okutmadılar. Epey mücadele ettim babamı ikna etmek için. Aslında öteden beri hikayelere, masallara düşkün bir çocuktum; okuma yazmayı öğrendiğim günden itibaren durmadan okudum diyebilirim. Lisede samimi arkadaşlarım fen bölümünü seçti. Onlardan ayrılmak istemediğim için ben de feni seçtim, lise 3’te de matematiği. Lise sona başladığım hafta ailem İzmir’e taşınma kararı verdi. Yani matematiği seçmeme rağmen yine arkadaşlarımdan uzak düştüm. Menemen Lisesi’nde sınıf ve tarih öğretmenimiz olan Mehmet Peker hocamdan üniversite için yardım istedim. “Mühendislik yaz” dedi. Hiç yoktu aklımda, kazanacağımı da sanmıyordum. Bütün sınıf arkadaşlarım dershaneye gidiyor, özel ders alıyorlardı. Ben Erzincan Lisesi’nden gelmiştim; hiç şansım yok diye düşünüyordum, belki bir eğitim fakültesini kazanırım diye umuyordum. Üniversite sınavında o zamanlar bir genel yetenek testi de vardı. O test çocuğun zeka düzeyini, okuma-anlama ve mantık yürütme kapasitesini ölçen, çok önemli bir testti, ben oradan yırttım sanırım. İyi bir okur olmanın faydasını gördüm ve bilim kısmında çok yüksek başarı göstermesem de genel yetenekteki performansımla jeoloji mühendisliğini kazandım.

Sürpriz oldu öyleyse mühendislik sizin için...

Evet, hiç beklemediğim bir şeydi. Şimdi dönüp bakınca ne kadar arkadaşçı bir tip olduğumu anlıyorum. Aslında hukuk ya da siyasal bilimler okumak istiyordum ama İzmir’de yoktu ve babam başka şehre gidemezsin demişti. Sınavda beklenmedik bir başarı gösterince, dil puanım da ortalamanın üstündeydi, babam bundan çok etkilendi. “Bir daha sınava gir, nereyi kazanırsan göndereceğim” dedi. Ama bir sene okuyunca arkadaşlarımı çok sevdim, salladım sınavı. Hiç de pişman olmadım çünkü jeoloji zihin, ufuk açıcı bir bilimdir. Dağlar, göller nasıl oluşur; volkan, mineral, fosil nedir; birbirleriyle ilişkileri nasıldır?… Aslında jeoloji de bir hikaye anlatma bilimi neresinden baksanız. Gözlem yapar, veriler toplar, sonra oradan bir hikaye kurarsınız. O kısmı da beni cezbetmiş olabilir, doğayı da çok severim öteden beri. Zaten köyde büyüdüm 16 yaşına kadar. Ve çok talihliyim öğretmenlerim bakımından. Dokuz Eylül’de de hocam rahmetli Prof. Orhan Kaya sınıfta beni fark etti çünkü çok meraklıydım. Onun teşvik ve önerileri yol gösterici oldu… En son Fırat Üniversitesi’nde yardımcı doçenttim. Fakat o dönemde özel hayatımda bazı iniş çıkışlar oldu, İzmir’e dönmek istedim ve üniversiteden ayrılıp Maden Tetkik Arama’ya geçtim. Çok kötü, ani ve fevri bir karardı. MTA’da hem çok mutsuz hem de çok verimsiz oldum çünkü bir takım politik, kişisel çekişmeler nedeniyle beni kızağa aldılar ve iş vermediler. Beş sene gizli işsiz olarak oturdum. Bir odam ve bir masam vardı ama hiç işim yoktu. Ben de delirmemek için sekiz saatimi kitap okuyarak geçirdim. İngilizce edebiyat ve popüler bilim kitapları da okumaya başladım. O okumalarımda bir şeyi fark ettim: Türkçesini iyi anlayamadığım bazı kitapların İngilizcesini daha iyi anlıyordum; bazı çeviriler hatalı, Türkçeleri kötüydü. “Emekli olup çeviri yapacağım” dedim arkadaşlarıma, güldüler… 1-1,5 yıl sonra sonra Kuraldışı Yayınları’nın ilanına başvurdum, cevap gelmedi. Bir arkadaşımın tanıdığı aracılığıyla yeniden başvurdum. Deneme çevirisi gönderdiler, sonra da ilk işimi yaptım. André Kukla’nın “Zihinsel Tuzaklar” adlı kitabını çevirip teslim ettim ama üç ay falan ses çıkmadı. “Herhalde beğenmediler” dedim. Tabii yayınevlerinin bir programı var, o program dahilinde edisyon işleri yürüyor, ben bunların hiçbirini bilmiyorum o zaman… Sonra yayınevindeki bir başka editörle, Seyfi Öngider’le çalışmaya başladım ve çok şey öğrendim ondan. Niçin mot à mot çeviri değil de anlam çevirisi önemli ama sadakat de nasıl korunur, temin edilir… Çok emeği vardır üzerimde.

Akademik geçmişinizin katkısı oldu mu çeviriye?

Geniş bir yelpazede çevirilerim var: psikoloji, popüler bilim, tarih, kişisel gelişim, roman, siyaset… Düzgün bir çeviri için epeyce kitap karıştırmanız, internette sörf yapmanız, uzmanlara danışmanız gerekiyor. Bilimsel çalışmalar yaptığım dönemden edindiğim yöntem bilgisinin, disiplinin, birikimin çeviride çok faydası oldu.

Yerdeniz fikri nasıl doğup gelişti?

Yerdeniz Ergun’la, sevgili eşimle benim ortak hayalimizin vücut bulmuş hali. Biz Ergun’la 50 yaşımızdan sonra tanıştık ve bir süre sonra anladık ki ikimizin de epey zamandır küçük bir kitapçı hayali varmış ama buna cesaret edememişiz. Birbirimizi kışkırttık ve fiştekledik. Fazla paramız da yoktu, sınırlı koşullarla açtık. Arkadaşlarımızın katkısı çoktur: Biri lambayı aldı, diğeri tadilatına katkıda bulundu, bir başkası klima hediye etti… Elbirliğiyle yaptık burayı. İlk açtığımızda ikinci el kitaplar daha çoktu. Birçok arkadaşımız kitaplıklarından seçip getirdi onların bir kısmını. Altı yıl bitti, iyi ki de yaptık diyoruz. Beklemediğimiz kadar iyi gitti ama şunu da fark ettik tabii: O hayalleri kurarken ister istemez içinizden hazırlanıyorsunuz galiba bir işe. “Kitapçılık yapsam, nasıl yaparım?” diye düşünmüşüz mutlaka, o düşün egzersizleri işimizi kolaylaştırdı. İstanbul’dan gelen bir fotoğraf kıvılcım oldu, çok satması gerekenler köşesi yaptık, bir dönem okuma paketleri hazırladık. Hem okurun Yerdeniz’den haberdar olması için çaba gösterdik hem de gelmeye devam etmesini sağlayacak bir atmosfer yaratmak için uğraştık. Epeyce müdavimimiz var. İnternetten çok daha ucuza alabilecekleri bir kitabı bizden alıyorlar, bunu bilinçli olarak yapıyorlar. Çünkü buranın yaşamasını istiyorlar, bunun neden gerekli olduğunu onlar da fark etmiş durumdalar. Aslında hâlâ imeceyle yürüyor diyebiliriz. Derdimizi iyi anlatabilmek, amacımızı ve bizi nelerin motive ettiğini okurumuzla paylaşabilmek ve en önemlisi okurumuzda bir güven duygusu oluşturmak işimizi çok kolaylaştırdı. Okurumuz bize güvenir; onları kandırmayacağımızı, beğenmediğimiz bir kitabı beğenmiş gibi yapmayacağımızı, onları hakikaten dinleyeceğimizi ve beklentilerine, ihtiyaçlarına yönelik tavsiyede bulunacağımızı bilirler. O güven ilişkisi çok önemli bir enerji ve sinerji yaratıyor karşılıklı olarak.

Biraz söz ettiniz ama iyi bir kitapçı nasıl olmalı?

Mesela Ergun bir kitapçıya gittiği zaman neyi alacağını bilerek gider, alır gelir. Ben öyle değilim, kitapçının tavsiyelerine açık bir okurum. Şimdi Livera Kitabevi’nin yöneticisi olan, eskiden Yakın Kitap’ta çalışan sevgili Hakan Tuncer’i anmak isterim burada. Aslında kitapçılığı biraz ondan öğrenmişim farkına varmadan. İlk başta tanımıyorduk birbirimizi. Yakın’a ikinci, üçüncü gidişimde Hakan, “Siz bunları da seversiniz” diye bana önerilerde bulunmaya başladı. Ve hiç boş çıkmadı tavsiyeleri. Onu birazcık rehber edindim kendime. Ben de önerilerde bulunuyorum. “Başka bir yerde böyle bir rehberlik alamıyoruz; zincir mağazaya gidiyoruz, kitaptan haberleri bile yok” diyenler var. Tabii asgari ücretle çalışan bir üniversite öğrencisi hangi arada kitap okuyacak, kitapları gözden geçirecek, fikri olacak ki okura öneride bulunsun. Kitapçılığın çok önemli boyutlarından biri bu: Kitapçının okur olması. Felsefe, edebiyat, yemek kitabı… Sattığınız kitabın içeriği hakkında bir fikriniz olmalı… Ben mesela, belki çevirmenlikten kaynaklı bir deformasyon olabilir, beğenmediğim çevirileri rafa koymuyorum. Kötü bir çeviriyi niye okura sunayım? Alternatifi varsa onu yeğliyorum. Ama bazen alternatifi yok, ben de o kötü çeviriyi okuyorum ve okura da “Çeviri parlak değil ama seçeneğimiz yok, kitap okumaya değer” diyorum. Bir de okurların yayın dünyasını çok yakından bilmeleri imkansız. O kadar çok kitap basılıyor ki her sene. Bir tedarikçinin stoğunda 780 bin çeşit kitap var, sipariş ederseniz diğer kitapları da temin edip gönderiyor. Bu 1-1,5 milyon kitap demek. Hal böyle olunca dükkanınız, ekonomik olanaklarınız ne kadar geniş olursa olsun bütün kitapları bulundurmanıza olanak yok. Bizimki gibi küçük çaplı, edebiyat odaklı bir kitapçıda daha da zor. Bunun için de bir sipariş rafı hazırladık. Böylelikle elimizde olmayan bir kitabı temin edip okurumuza ulaştırıyoruz. Bu da bu süreçte öğrendiğimiz şeylerden biri…

İki yıldır pandemi var hayatımızda. Bu dönem okuma alışkanlıklarını nasıl değiştirdi?

Kimi insanlar kendini okumaya verdi, kimileri de odaklanamıyorum dedi. Pandeminin başında beş ay dükkan kapalı kaldı, ben deli gibi okudum. Odaklanma, okuma güçlüğü çekenler akıcı, rahat okunan, eğlenceli, neşeli kitap önerileri istediler. Hatta Twitter’da neşeli kitaplar listesi yaptık, sonra bir blogda yayınladık.

Nuray Önoğlu eşi Ergun Tavlan ile.

Ekonomik olarak zorlandınız mı bu süreçte?

Tabii. Kapattığımız dönemde kirayı cepten ödedik, ikimiz de emekliyiz. Mülk sahibi iki-üç ay eksik aldı. Ama sonra bir çözüm bulmamız gerektiğini söyledi. Menemen’de oturuyorduk, dükkana yürüme mesafesinde bir ev bulup taşındık. Aslında okurumuzla olan bağımız sayesinde ayakta kaldık. O dönemde yine her ay belli miktarda kitap alan abonelerimiz oldu. Geçen sene yılbaşında askıda kitap uygulaması başladı, bir okur bizim aracılığımızla benim “Sabotaj Çetesi” çevirimi hediye etmek istedi beş üniversite öğrencisine. Biz de duyurusunu yaptık. Sonra başkaları askıya kitap bırakmaya başladı. Yurtiçi ve yurtdışından birçok okur, kimileri nakit gönderip bu kadarlık kitap koyun diyerek, kimileri şu şu deyip kitapları seçerek katkıda bulundu. Yüzlerce kitap dağıttık. Özellikle üniversite öğrencileri yararlanıyor. İşsiz, dar gelirli; isteyen herkes askıdan kitap alabilir. Bir sorgulama yapmıyor, kanıt istemiyoruz, haddimiz değil zaten. Alanlar da müthiş memnunlar. Başka şehirlerden de çok isteyen var ama yetişmemiz mümkün değil… Bunu mahcubiyetle söylüyorum, insanlar bize güveniyor. Yolladıklarının yerini bulacağından eminler. O şeffalığı da sosyal medya aracılığıyla sağlıyoruz. Askıdan kitap alanların fotoğraflarını paylaşıyoruz. Önceden yüzleri de görünüyordu, çok eleştirildi, teşhir ediyorsunuz insanları diye; yani askıdan kitap almak kötü bir şey mi ama insanlar buna takılınca, şimdi sadece kitap ve elleri gösteren fotoğraflar paylaşıyoruz. Dolayısıyla okur da kitabının birine ulaştığını görüyor. O güven atmosferi devam etmesinde oldukça etkili… Aslında burası “para kazanan”, büyük getirisi olan bir yer değil. Ama işte Ergun’un da benim de çocuğumuz yok, emekliyiz, edebiyat seviyoruz. Arkadaşlarımız geliyor, sohbet ediyoruz, şahane insanlarla tanışıyoruz. Kendi masrafını çıkartıyor artık dükkan, biz de gönüllü çalışıyoruz, öyle söyleyeyim.

Bağımsız kitapçılar ve kırtasiyeciler bir bildiri yayınladılar. Siz de imzaladınız mı?

Evet, ben de imza koydum.

İnternet üzerinden yapılan indirimli satışlarla ilgili yasal düzenleme, sabit fiyat uygulaması, kitabevlerine devlet yardımı, kargoda indirim temel talepleriniz…

Ortaklaşa geliştirdiğimiz bir talep listesi bu. Özellikle sabit fiyat meselesi bağımsız kitapçılar için gerçekten yaşamsal bir mesele. Gelişmiş ülkelerin hepsinde uygulanıyor, etiket fiyatı dışında bir fiyatla kitap satılamıyor. Okur zannediyor ki bu kendi aleyhine çünkü yüzde 40 indirimle kitap alabiliyor şu anda internetten. Ama bu doğru değil. Şöyle bir düşünce deneyi yapalım: Ben üreticiyim, siz büyük alıcısınız, bir de küçük alıcılar var. Siz büyük alıcı olarak bana gelip diyorsunuz ki bu ürettiğin şeyi bana yüzde 50-60 indirimle vereceksin, yoksa senden almam. Ben üretici olarak ne yaparım? Ürünümün fiyatını size yüzde 50-60 indirim yapacağımı bilerek belirlerim. Küçük alıcıya da yüzde 30-35 indirim yapmaya devam ederim… Peki bir yasa olsa ve bunun fiyatı her yerde aynı olmak zorunda dese. Siz bana artık niye baskı yapasınız ki yüzde 50-60 indirim yap diye. Dolayısıyla sabit fiyat uygulaması orta vadede kitap fiyatlarının daha gerçekçi belirlenmesini sağlayacak. Elbette yarın böyle bir yasa çıksa bu devalüasyon ortamında hiçbir yayıncı fiyatları indirmeyecek ama hızla makul düzeyde belirlenmeye başlayacak etiket fiyatları. Ben bunu bir mantra gibi tekrarlıyorum: Son bağımsız kitapçı da kapandığında internet sitelerinin, tekellerin, zincir mağazaların bize reva gördükleriyle baş başa kalacağız. Bu dükkanda altı senedir rafında bekleyen kitap var. “Bu iyi bir kitap, burada dursun, okuru gelecek bir gün” diyoruz, iade etmiyoruz ve bir gün geliyor o okur. Ama zincir mağaza öyle değil; onların çoğunu rafına bile koymuyor. Yayıncılardan duyduğumu tekrarlıyorum: Kitapları yeni çıkanlardan, çok satanlar raflarına koymak için para istiyorlar. Dolayısıyla o parayı veremeyenler oralara girmiyor ve bu çok tehlikeli. Çünkü beka beka diyorlar ya, toplumun bekası ne okuduğunuzla, size neyin empoze edildiğiyle de ilgili. Ben dehşet içinde kalıyorum gündüz televizyon programlarını görünce; toplumu destabilize etmeye, yozlaştırmaya yönelik olarak bilhassa yapıldıkları kanısındayım. Böyle kitaplar da var. Kitap tek başına kutsal bir şey değil ki, içeriği önemli. Hatırlarsınız, adamın biri din iman kitaplarından köşeyi döndü, çok para bulunca da karısını boşadı. Karısı adamın internetten bulduklarını kes yapıştırla yazdığını söyledi. İnsanlar din konusunda alim bir kişinin kitapları olarak alıp okudu bunları. Dolayısıyla bağımsız kitapçıların varlığı çok önemli. Tabii ki bağımsız kitapçı da para kazanmak isteyecek, tabii ki onun da kâr beklentisi var çünkü hayatını idame ettirmesi gerekiyor. Ama öbür taraftan kitapçılık insanların sırf para kazanayım diye yapabilecekleri bir iş değil. Kitapçılıkla çok para kazanmazsınız ama hem hayatınızı idame ettirebilir hem de çok tatmin edici bir şey yapabilirsiniz. Bu arzuyu duyan ve bu bedeli ödemeyi göze alan insanların yaptığı bir iş bu. Önceden bu kadar farkında olduğumu söyleyemem ama kitapçıların bir ülkenin kültür hayatında çok ciddi etkisi ve yeri var. Onu korumak lazım.

Bildiri yankı buldu mu?

Sabit fiyat yasasının meclisin gündeminde olduğu söyleniyor hatta birkaç ay önce çıktı, çıkıyor denmişti fakat biliyoruz ki memleketimizde yasalar ihtiyaca değil, kimin ihtiyacı olduğuna göre çıkabiliyor. Benim dileğim bizden başka, “makbul birileri”nin de ihtiyacı olsun da yasalaşsın. Basında çok yankı buldu bildiri. Şimdi dernekleşme niyetindeyiz. Bu süreçte şunu anladık: Kırtasiyeciler ile kitapçıların sorunları ve talepleri birbirinden farklı. Galiba ikili bir dernekleşmeye gidilecek. Tüzel kişi olduğumuzda bağımsız kitapçılar adına yönetim kurulumuz konuşabilir, açıklama yapabilir. Bunu sağlamak istiyoruz.

 Yayın dünyasını nasıl bir gelecek bekliyor?

Gözlemim, hem kitapçılık hem yayıncılıkta özelleşmenin gelecekte daha da karşılık bulacağı yönünde. Bizde mesela yüzde 90 oranında edebiyat ve onunla ilişkili eserler var. Yerdeniz’in “başarılı olması”nda bunun payı olduğunu düşünürüm ben. Çünkü edebiyat okuru burada iyi seçenekler bulacağını bilir. Avrupa’ya gittiğimde karşılaşıyorum, mesela bir dükkanda sadece hobi kitapları satılıyor; bahçecilik, nakış vs. Bence Türkiye’de sadece çocuk kitapları satan dükkanlara çok ihtiyaç var. Küçük bir bölüm yaptık ama mesela burası çocuk kitapları ile dolu olsa ne kadar şahane olur… Sadece şiir kitapları bulunduran bir kitapçı olsa ya da sadece tarih, yemek, psikoloji, bilim kitapları satan. Böyle bir kitapçılığın geleceği olduğunu düşünüyorum. Yayıncılık açısından bakarsak şu anda iyi okurun çok ilgisini çeken, sevgiyle, şefkatle takip ettiği yayınevleri var, biliyorum. Mesela Alef Yayınevi çok iyi çeviriler, çok iyi editörlerle sadece edebiyat yayınlıyor. Jaguar, Yüz Kitap, Siren, Redingot, Monokl… Bu andıklarım ve şu anda adı aklıma gelmeyen birçok yayınevinin belli bir izler kitlesi olduğunu biliyorum. Bir de şu izlenimimi paylaşayım: Anlı şanlı büyük bir yayınevinin onlarca baskı yapmış bir kitabında çok ciddi çeviri hataları olabiliyor ama kitap baskı üzerine baskı yaptığı, yayınevinin yüzlerce başka kitabı da olduğu için bir daha asla ona dönüp de düzeltme ihtiyacı duymuyor. Söylüyorsunuz, buna rağmen dikkate almıyor. Oysa “butik yayıncılar” diyorum ben, umarım alınmazlar, kaliteye de çok önem veriyorlar. Çevirmenlerini daha özenli seçiyor, editörlüğü daha özenli yapıyorlar. Daha az kitap bastıkları için daha nitelikli üretme şansları oluyor. Geleceğin burada olduğunu düşünüyorum. Aşırı uzmanlaşma çok sempati ile baktığım bir şey değildir. Aksine çeşitliliği ve biraz Rönesans kafasını kendime yakın bulurum ama söz konusu kitapçılık ve yayıncılık olunca bu özelleşmenin, uzmanlaşmanın işe yaracağı kanısındayım. Kaliteyi artıracak, ayrıca okur basılan kitaplardan daha kolay haberdar olacak.

Sizin “örgütlü okur” diye bir tanımınız var.

10-12 yıl önce Facebook’ta bir sayfa oluşturdum, Okunası Kitaplar diye. Hikayesi şöyle: Louanne Brizendine’in “Kadın Beyni” ve “Erkek Beyni” kitaplarını okuyunca bir aydınlanma yaşadım, keşke daha gençken okusaydım diye düşündüm. Arkadaşlarıma önerdim, bu kitabı herkes duymalı diyenler olunca da grubu kurdum. En fazla 20-30 kişi olur, sen ben bizim oğlan aramızda paslaşırız diyordum. Akşama 100 üye olmuştu. Gözlerim büyüdü. Meğer insanların ne kadar ihtiyacı varmış! Şu anda 55 bin kişiyiz. Sayfaya üye olduktan sonra çok daha seçerek, daha verimli okuduğunu söylüyor insanlar. Örgütlü okurdan kastım bu. Çünkü biz bir kitabı satın alırsak yayıncı onu basmaya devam edecek. Şu andaki reklam, pazarlama işlerinin bir açmazda olduğu kanısındayım. Kimse kitap ekindeki reklama bakarak kitap almıyor. Onların akçeli işler olduğunu biliyor. Çok sayıda bookstagram hesabı da var, bir kısmının kitabı okumadan tanıttığını anlayabiliyoruz. Okur bunların farkında; iyi okurun güvenilir bir mecrada söylenenleri çok ciddiye aldığını bilmek lazım. Mesela “Tavan Arasındaki Buda” diye bir kitap var. Japon kökenli Amerikalı Julie Otsuka’nın. Olağanüstü bir novelladır. İlk baskısı 1-2 yıl bitmedi. Okudum, aşık oldum ve bir  tanıtım yazısı yazdım Okunası Kitaplar’da. Her okuyan bir başkasına önerdi; baskı üzerine baskı yaptı kitap. Mesela Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı”… Ben kitabı yayınlanmadan önce okudum ve “Bestseller olacak” dedim Ahmet’e. “Saçmalama” dedi. Olacak gerçekten. Başka dillere çevrilirse de çok ilgi göreceğinden şüphem yok. Ahmet benim çok yakın arkadaşım ama konumuz bu değil. İyi olmayan bir kitabı babam yazsa sözünü etmem… Müthiş bir roman. Yayınevi ilk baskısını 2 bin tane yaptı, ben o yayınevinin editörü olsam 10 bin yapardım. Benim gördüğüm şeyi onların göremediğine inanamıyorum. İlk baskı 10 gün içinde bitti, ikincisine kadar kitap bulunamadı. Okuyan herkes muhteşem yorumlar yaptı. Can Yayınları bunun üzerine kitabı tanıtmaya başladı; okur zorladı yayınevini. Okur yayınevine “Biz bu kitabı sevdik, siz de bu kitapla ilgilenin” dedi. Böyle bir gücümüz var, bunu bilmemiz lazım. Keşke yayıncılar da bunu anlasa ve biraz daha okura kulak verse. Okunası Kitaplar, geniş katılımlı, nitelikli okur gruplarından bir tanesi. Bizde reklam yok, birkaç moderatör var, belli kriterlere göre tanıtım koyuyoruz. İyi bir kitapla ilgili iki satır da olsa yazıyor insanlar, bizim de kulağımıza kar suyu kaçırıyor. 55 bin kişi elbet aktif değil ama iyi kitaplar da 2 bin basılırsa dua ediyoruz, 5 bin basılırsa şapkamızı fırlatıyoruz…

Coronagunlerindedunyamasallari.blogspot.com’a öncülük ettiniz, Youtube’de masal anlatıyorsunuz, “Seçme Dünya Masalları” adlı bir kitabınız var. Neden masallar?

Çok masal dinleyerek büyümüş bir çocuğum. Köyde elektrik yoktu. Kış akşamlarında annem ve dedemden şahane masallar dinlerdik. Fakat sonra ben de çoğu insan gibi masalları azımsadım, unuttum, uzaklaştım. Masal anlatıcılığı eğitimi gören arkadaşım Asuman Memen’in Yerdeniz’de masal akşamı yapalım ve birlikte anlatalım önerisiyle altı yıl önce kanıma tekrar girdi masallar… Vladimir Propp, Joseph Campbell, Muhsine Helimoğlu Yavuz gibi çeşitli yazarları okudum; masallarla ilgili daha kuramsal bir çerçeve edinmeye çalıştım. Sonra anladım ki masallar çocuklara yönelik değil; her zaman erişkinler için anlatılmış. “1001 Gece Masalları”nın içeriği çocuklara göre mi? Geçenlerde YKY’nın “Kerem ile Aslı”sını okudum. Oğlan kızı görüp bayılır, komşu kadın “Kız memesi her şeyin ilacıdır, memeni ağzına ver” der, bu çocuklara yönelik bir söylem değil pek!.. Masallar aynı zamanda ütopya, aynı zamanda eğitim aracı, kültür aktarımının çok önemli unsurları, geçmişte nasıl bir dünyada yaşadığımızın işaretleri. Çok cinsiyetçi bulup eleştirenler var. Cinsiyetçi tabii çünkü öyle bir kültürden geliyorsun, tarihin cinsiyetçi, bu da onun tanığı. Biz bu masalı değiştirirsek o tarihi unutacağız, halbuki unutmamamız gerek. Şu sıralar çevirdiğim “Grimmler’in Mirası”nda Jakc Zipes, “Hansel ve Gretel”in açlık ve yoksulluk yüzünden insanların çocuklarını terk etmek zorunda kaldıkları zamanları anlattığını söylüyor. “İnsan çocuğunu terk eder mi” diyenler var? Afganistan’da açlıktan çocuklarını parayla satıyor insanlar… Batıda peri masallarının yeniden yazılıyor, üretiliyor, o cinsiyetçi yönünü ters yüz eden yorumları da oluyor. Bunun tehlikeli kısmı şu: Didaktik, yavan, edebi değeri olmayan yorumlar yapabilirsiniz ya da öyle bir biçimde yazarsınız ki başlı başına yeni bir edebiyat eseri olur. Bıçaksırtı gibi bir şey. Siyaseten doğrucu ama sanatsal bakımdan yetersiz yorumları da olabiliyor, onu kast ediyorum. Bizde neler yapılıyor, yapılmış, masalların edebiyatta yeniden yazımı/uyarlanması anlamında fazla bir fikrim yok ama çok heyecanlandırdı beni bu öğrendiklerim, çünkü bizim Dede Korkut masalları, Anadolu masalları acayip bir kaynak… Mesela Deli Dumrul’u yeniden yazmak nasıl olur diye düşünüyorum. Ne acayip bir hikayedir o. Annesi vermez canını, babası vermez, kardeşi vermez, karısı verir. Kim bizim için canını verir? Ne kadar yaşamsal bir soru.

Son olarak; bu sıralar Çok Satması Gerekenler bölümünüzde hangi kitaplar var?

Sıkça değiştiriyoruz ama uzun süre kalanlar da var. Mesela “Türklük Sözleşmesi” iki yıldır orada, daha kalır da. “Kurtlarla Koşan Kadınlar”, arada kaldırıyoruz çünkü zaten popüler ama sonra yine koyuyoruz. “Küçük Bir Ayrıntı”, “Lüzumsuz Kadın”, “Üvey Kardeş”, “Binu ve Büyük Sur”, “Yakut Orman”, “Mango Sokağı’ndaki Ev”, “Ağabey”, “Deli İbram Divanı”… Nobel ödüllü Olga Tokarczuk ve Abdulrazak Gurnah’ın kitapları da var. Günceli de izleyerek yerli ve yabancı kitapları okurumuza göstermek istiyoruz. Mesela bir tane de benim kitabım var, Iris Murdoch’un “Deniz Deniz”i. Olağanüstü bir roman, ben de fena çevirmedim galiba.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir