Mavi Anadoluculuk akımı: Helenizm’in kültürel ve tarihi hegemonyasına bir başkaldırı

Antik Çağ Anadolu medeniyeti ne salt Helen’dir ne de bizim kültürel mirasımızın dışındadır. Aksine Yunanlılar kadar bizim de mirasçı olduğumuz bir değerdir. Bu mirasçı olma durumu da sadece kültürel açıdan değildir. Mavi Anadoluculuk akımı işte bu ihmalkârlığa, ötekileştirmeye, bize ait olan bir kültürel mirasın Helenleştirilerek Yunanistan’a altın tepsi içerisinde hediye edilmesine bir başkaldırıdır.

Mavi Anadoluculuk akımının düşünsel temelleri Halikarnas Balıkçısı olarak da bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı tarafından atılmıştır. Bu akım aynı zamanda Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Derman Bayladı, Vedat Günyol, Bedri Rahmi ve Cengiz Bektaş gibi birçok aydın ve sanatçı tarafından da benimsenmiş ve savunulmuştur. Mavi Anadoluculuk akımı toprak ve toplumsal kültür arasında tarihsel ve sağlam bir bağ olduğunu öne sürmektedir. Bu haliyle, hâlihazırda belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir halkın mevcut kültürünün geçmişte aynı coğrafyada yaşamış bütün toplumların kültürlerinin harmanlanmasıyla oluşan bir sentez olduğu savına dayanmaktadır. Basit bir metafor ile örneklendirilse Mavi Anadoluculuk akımı, bir toplumun sahip olduğu kültürü bir ağaca benzetmektedir. Nasıl bir ağaç köklerini toprağın derinlerine salarak yaşam buluyor ve bu topraktan aldığı yaşam enerjisi ile görünürdeki dallarını ve yapraklarını besliyorsa, belli bir toplum da köklerini kendisinden önce varlığını sürdürmüş ve tarihe karışmış toplumların kültürel miraslarına salarak mevcut kültürünü yaşatmaktadır. Bu metafordaki toprak kavramının içeriği önemlidir. Zira ağacın köklerini besleyen ve ona hayat veren toprak binlerce yıllık bir birikimin ürünüdür, bu birikimin zenginliği sayesinde ağaç yaşamaktadır. Aynı şekilde toplumlar da kendilerinden önceki toplumların kültürel mirasının sağladığı zenginlikten beslenerek kendi kültürel kimliklerini oluşturmakta ve yaşatabilmektedirler. Bu düşünsel temelden hareketle Mavi Anadoluculuk akımı Antik Helen (Yunan) ve Roma medeniyetinin kültürel temelleri ile günümüz Helen (Yunan) toplumu arasında kurulan doğrusal ilişkiyi reddetmekte, hatta söz konusu medeniyetin temelinin Anadolu olduğunu ileri sürmektedir. Bu anlayışa göre Anadolu coğrafyasında yaşamış Arzawa, Hitit, Lidya, Karya, Likya, Frigya, Kapadokya gibi medeniyetlerin mirası Antik Helen ve Roma medeniyetinin tohumlarını atmış, her iki medeniyet de Anadolu’nun kültürel mirasına kök salarak gelişimini sürdürmüştür. Daha açık bir ifade ile Mavi Anadoluculuk akımı Anadolu’nun kültürler arası bir geçiş noktası olduğu savını kabul etmemekte, aksine Anadolu’nun Antik Çağ medeniyetinin yayıldığı bir çekirdek bölge olduğunu savunmaktadır. Bu haliyle de Antik Helen (Yunan) uygarlığının Anadolu kültürünün öncülü değil, aksine takipçisi olduğunu ileri sürmektedir. Mavi Anadoluculuk akımına göre Anadolu’nun bu öncül rolü Avrupa tarih yazını tarafından bilinçli olarak görmezden gelinmiş ve Antik Çağ medeniyeti Anadolu’ya haksızlık edilerek günümüz Helen (Yunan) toplumuna adeta hediye edilmiştir. Türk tarih yazını da bu haksızlığı desteklemiş, kendi yaşadığı ve mirasçısı olduğu toprakların kültürünün Helenleştirilmesine sessiz kalmıştır. Bu kapsamda Mavi Anadoluculuk akımının ileri sürdüğü savların mercek altında alınması yerinde olacaktır. Öncelikli olarak Yunan, Helen, Roma (Rum) ve Bizans kavramlarının üzerinde durulması gerekmektedir. Zira dört kavramda tarihsel olarak çarpıtılmış ve asıl manalarından uzaklaştırılmıştır. Maalesef bu çarpıtma bizim kolektif anlayışımıza da yerleştirilmiş ve sorgusuzca benimsememize yol açmıştır.


Öncelikle Yakın Doğu coğrafyasında genelde Ortodoks dinine inanan ve Helen dili konuşanları tanımlamak için gerek Türk akademik yazınında gerekse popüler halk dilinde kullanılan Rum ve Yunan terimlerinin, tarihsel gerçekler dikkatte alındığında farklı olguları ifade ettiği söylenebilir. Rum terimi aslında bizim Yunan olarak tanımladığımız Helenleri değil Doğu Roma İmparatorluğu içerisinde yaşayan Helen kökenli olsun veya olmasın bütün halkları tanımlayan ve Romalı anlamına bir sözcüktür. Zira Bizans İmparatorluğu bürokrasisi ve halkı hiçbir zaman kendilerini ne Bizanslı ne de Helen olarak tanımlamış, aksine kendilerini Romalı olarak görmüşlerdir. Kaldı ki 7. yüzyıla kadar Bizans İmparatorluğu’nun resmi dili de Helence değil Antik Roma’nın resmi dili olan Latince idi. Daha da önemlisi, Anadolu’da Kapadokça, Galatça, Frigçe, Karca gibi yerel diller Latince ve Helencenin hâkimiyetine rağmen varlığını 8. yüzyıla kadar sürdürmüştür. Yani günümüzde Yunanlı olarak bilinen Anadolu Rumlarının ne dilleri ne de etnik kökenleri Yunanlı değildi. Fakat zaman içerisinde bu toplumlar Yunanlaştırılmıştır yani Helenleştirilmiştir. Ayrıca Doğu Roma İmparatorluğu’nda Helen kavramı sempati duyulan bir anlama da sahip değildi. Hıristiyanlığın toplumsal kimlik ve bilinci belirleyen en önemli faktör olduğu Ortaçağ’da Bizanslılar, Helen terimini paganizmle eş tutmakta ve Hıristiyan Ortodoks kimliğinin bir antitezi gibi değerlendirmekteydiler. Zira Bizans kavramı bile, Avrupa aydınlarının hayran oldukları Roma uygarlığını oryantalist bakış açısı ile aşağı gördükleri Doğu Roma İmparatorluğu’ndan farklılaştırmak ve ayırmak için yakın dönemde icat ettikleri bir kavramdır. Aynı şekilde Helen milliyetçi ideolojisinde de Rum kavramı Türklere boyun eğen, teslimiyetçi ve köle bir toplumu ifade eden negatif bir anlamla eşdeğer hale getirilmiştir. Yunanistan’daki resmi tarih yazınında Rum terimi ısrarla görmezlikten gelinmiş, hatta Küçük Asya felaketinden sonra Anadolu’dan gelen göçmenlerin Rembetiko adı verdikleri müzikleri, kültürel alışkanlıkları ve adetleri kölelik ile eşdeğer tutulan Rumluğu anımsattığı için 1930’lu yıllarda resmen yasaklanmıştır. Yunan kavramı ise gerçekte Perslerin Batı Anadolu’da yaşayan İyon halkını kastetmek için kullandıkları bir terimdir. Zira Yunanlılar kendilerine Yunan değil Helen demektedirler. İyon halkı ise her ne kadar Mora yarımadasından gelen göçlerin etkisiyle etnik olarak temelleri atılsa da göçmenlerin çoğunluğu Ege’nin yerli halkları olan topluluklar ile kaynaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Yani bizlerin Yunanlı olarak adlandırdığımız topluluk aslında salt Helen değildir, aksine Anadolu’ya ait bir toplumdur. Bu toplumun kültürel mirasında da Helenler kadar hatta onlardan daha fazla bizlerin de hakkı vardır. Benzer şekilde Pontus olarak adlandırılan Doğu Karadeniz’de ve Paflagonya olarak literatüre geçen Batı Karadeniz’de yaşamış Rumlar da aslen Helen kökenli değildir. Bu bölgelere Antik Çağ’da Helen kolonicilerin geldiği doğrudur, fakat bu koloniciler hiçbir zaman demografik bir ağırlık oluşturmamış, zaman içerisinde yerli halkla kaynaşmışlardır. Kaldı ki Roma İmparatorluğu’na karşı MÖ 80-63 yılları arasında efsanevi bir direniş gösteren Pontus kralı Mithridatis de Helen değildi, aksine Karadeniz’in yerli halkı olan Paflagon etnik kimliğine sahipti. Yine benzer şekilde Kapadokya (Kayseri, Niğde, Nevşehir ve civarı), Frigya (Eskişehir, Ankara ve civarı), Likya (Teke yarımadası), Pamfilya (Göller Bölgesi ve Antalya), Kilikya (Çukurova), Misya (Biga yarımadası), Bitinya (Kocaeli, Bursa ve civarı), Galatya (Ankara, Çorum bölgesi) ve Trakya bölgelerinin yerli halkları da Helen değildi. Nitekim bu bölgedeki halklar Helen dili ile hiçbir bağı olmayan kendi dillerini asırlarca kısmen de olsa korumuşlardır. Fakat 7. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun baskısı ve Ortodoks Kilise’nin etkisiyle bu halklar Helen dilini benimsemek zorunda kalmış yani Helenleştirilmiştir. Fakat bu Helenleştirme kavramını günümüzün kolektif anlayışı ile algılamamak gerekir. Günümüzdeki ulus kavramı 17. yüzyılın sonlarına doğru yavaş yavaş ortaya çıkan, Fransız Devrimi ile biçimlenen bir kavramdır. Bu nedenle o dönemlerde insanların kolektif anlayışında bugünkü anlamıyla bir ulus kavramı yoktu. Helenleştirme ile anlatılmak istenen dini olarak Ortodoks inancını kabul etmek, dilsel olarak da Helen dilini kullanma eylemidir. Bu nedenle aslında Helenleştirme yerine Romalılaştırma kavramının kullanılması bugünkü kolektif anlayış açısından daha yerinde olabilir. Diğer yandan bu Helenleştirilen veya Romalılaştırılan Anadolu haklarının kendilerine dayatılan kimliği olduğu gibi kabul etmedikleri, bunun yerine kendine has özellikleri de bu kimlikle harmanladıkları da bir gerçektir. Örneğin, Anadolu Rumlarında diğer Ortodoks toplumlarına kıyasla çok güçlü bir Meryem Ana kültü mevcuttur. Hatta Anadolu’da inşa edilen pek çok kilise Meryem Ana’ya adanmıştır. Ortodoks inancına eklemlendirilen bu güçlü ve şefkatli kadın karakteri ile Anadolu toplumlarının paganizm döneminde oldukça güçlü olan ana tanrıça kültü arasında bir bağlantının olması güçlü bir ihtimaldir. Zira Frig ana tanrıçası “Cybele” (Kibele-Sibel) kültünün mirasının, İyonya döneminde Artemis’e ve Demeter’e, Roma döneminde Diana’ya ve Ceres’e, Hıristiyanlık döneminde ise Meryem Ana’ya aktarılması bu savı destekler niteliktedir. Anadolu’nun kadim tarihinde güçlü bir yeri olan anaerkil dini geleneğin asırlarca aktarıldığı söylenebilir. Kısacası Anadolu Rumlarını salt Helen kabul etmek tarihsel bir yanılgıdır. Şimdi bu yerli halkların bizim ile olan bağlantısının da üzerinde durulması gereklidir.


Bilindiği üzere Anadolu’ya ilk Türk göçleri 10. yüzyılın sonlarında başlamış, bu süreç 1071 Malazgirt Savaşından sonra hızlanmıştır. 12. yüzyılın sonuna doğru Anadolu’nun büyük çoğunluğu Türklerin yönettiği devletlerin egemenliği altına girmiştir. Burada dikkat çeken husus Anadolu topraklarında yaşayan ve Rum olarak tabir edilen halkın ne olduğudur. Bu konuda çok kapsamlı bir tarihsel araştırma yapan Georgios Nakracas, Rum olarak adlandırılan Anadolu halklarının zaman içerisinde büyük oranda Türkler içerisinde asimile olduğunu ileri sürmektedir. Nakracas’a göre bu halklar ya dinlerini ve dillerini değiştirerek ya da Karamanlı Rumları gibi dinlerini koruyarak ama dillerini değiştirerek Türklerin içerisinde asimile olmuştur. Kaldı ki asırlar boyunca bir arada yaşamanın sağladığı etkileşimin, evliliklerin ve ilişkilerin bu asimilasyonu artık geri dönülmez bir biçime soktuğu söylenebilir. Zira 16. yüzyılın sonuna doğru Anadolu’da sahil bölgeleri hariç nüfusun büyük oranda Müslüman olduğu gerçeği Osmanlı kayıtlarında da görülmektedir. Bu asimilasyonun gönüllü bir biçimde olup olmadığı ise tartışmalıdır. Fakat İslam hukuku gereğince ne Selçuklular ne de Osmanlılar Anadolu’da zorunlu bir ihtida politikası izlememiştir. Kaldı ki devletin önemli bir gelir kapısı olan cizye vergilerinin azalmasını istemedikleri için devletin yönetim kadroları da zorunlu ihtida politikasına sıcak bakmamışlardır. Bu nedenle söz konusu ihtida hareketlerinin büyük oranda başta ekonomik ve sosyal kaygılar olmak üzere gönüllü yapıldığı düşünülebilir. İhtida etmek istemeyen ve azınlıkta kalan Anadolu Rumları da varlıklarını 20. yüzyıla kadar sürdürmüş ve Mübadele Antlaşması gereğince göç etmek zorunda kalmışlardır. Burada bu görüşe karşıtlık oluşturan iki husus söz konusu olabilir. Birincisi Ege bölgesinde 1922 öncesi yoğun olarak yaşayan ve ana dilleri Helen dili olan Rumların varlığıdır. Fakat başta İzmir ve Manisa olmak üzere Ege Rumlarının büyük çoğunluğu köken olarak 16-17. yüzyıllarda Ege adalarından göç eden Helenlerin soyundan gelmektedir. Yani Anadolu’nun Türkleşme sürecinde bu bölgede bulunmayan bir topluluğa mensupturlar. İkincisi ise Doğu Karadeniz’de bulunan Rum nüfus yoğunlaşmasıdır. Bunun nedeninin ise bölgenin dağlık yapısının ve sert coğrafyasının sağladığı kısmi izolasyon olduğu söylenebilir. Bu izolasyon yerli halk ile Müslüman toplum arasındaki etkileşiminin azalmasına yol açmıştır.
Peki bu karşılıklı etkileşim ve asimilasyon bizim kolektif anlayışımızda değişiklere yol açmış mıdır? Ben bu soruya kesinlikle açmıştır diye cevap vermek istiyorum. Öncelikli olarak bizim İslam’ı yorumlamamızda önemli katkılar sağlamıştır. Çünkü Anadolu’nun İslam anlayışı farklıdır, kendine hastır ve öznel karaktere sahiptir. Maalesef bu konuda gerektiği kadar akademik çalışma yapılmadığı için güçlü argümanlar sunulması biraz zordur. Fakat kültürel antropologların incelemesi gereken bazı hususlar olduğu düşüncesindeyim. Örneğin, Anadolu’da Hz. Fatma’ya diğer İslam toplumlarından çok daha fazla önem verilmektedir. Çoğu folklorik eserde Hz. Fatma eli bir şans, bereket, güven tılsımı olarak kabul edilmektedir. Bu anlayış Kuzey Afrika toplumları hariç hiçbir İslam toplumunda yoktur. (Kuzey Afrika toplumlarında da İslamiyet ve Hıristiyanlık öncesinde çok güçlü bir ana tanrıça karakterinin olduğunu da belirtelim). Acaba Hz. Fatma’ya verilen önem Anadolu Rumlarının Meryem Ana inancı ile Orta Asya Türk mitolojisindeki Umay Ana kültünün harmanlanmasıyla ortaya çıkmış olabilir mi? Başka bir örnek ise Anadolu’daki kandil kutlama geleneğidir. Kandil, Anadolu dışındaki diğer Müslüman toplumlarda kutlanan bir olgu değildir. Hatta bazı İslam toplumları için bir kutsallık bile ifade etmez. Fakat Anadolu toplumunda kandil kavramı çok önemli bir dini olgu olarak kabul edilir. Bunun nedeni Ortodoks inancındaki aziz günlerinin İslamiyet’e uyarlanması olabilir mi? Mesela Anadolu’da yaygın türbe ve yatırlara saygı göstermek ve şefaat dilemek, kutsallık atfedilen ağaçlara dilek çaputu bağlama gibi çoğu gelenek diğer İslam toplumlarında yaygın değildir, hatta bazılarında hiç bilinmez. Fakat bu gelenekler hem Anadolu Rumlarında hem de Orta Asya Türk kültüründe mevcuttur. Acaba bu gelenekler İslam’a bu iki kaynaktan aktarılarak benimsenmiş olabilir mi? Başka bir örnek ise Ege bölgesinde yaygın bir halk dansı olan zeybek oyunudur. Bu oyuna oldukça benzeyen bir dansın Antik Çağ’da bağ bozumu sırasında Dionysos’a minnettarlık sunmak için yapılan dini bir ritüelde oynandığı bilinmektedir. Acaba bu ritüele ait dans Rumlara zeybetiko, bize de zeybek olarak geçerek varlığını sürdürmüş olabilir mi? Diğer önemli husus ise kadının toplumsal yeridir. Anadolu toplumunda kadın Arap toplumlarının aksine toplumda oldukça aktif ve görünür bir pozisyondadır. Mesela 14. yüzyılda Anadolu’ya seyahat eden Kuzey Afrikalı gezgin ve yazar İbn-i Battuta, Anadolu’daki Müslüman kadınların sosyal ve ekonomik alandaki aktifliğine, çoğunun çarşaf kullanmamasına ve erkeklerin karşısında rahatça konuşabilmesine çok şaşırmış ve bunu yazdığı seyahatnamesinde belirtmiştir. Bunun nedeni Orta Asya Türk kültüründeki güçlü kadın anlayışı ile Anadolu’nun kültürel kodlarına sinmiş anaerkil toplumsal anlayışın harmanlanarak İslamiyet’e aktarılması olabilir mi? İşte daha önce belirttiğim gibi bu hususların açıklığa kavuşturulması için kültürel antropolog ve tarihçilere çok fazla iş düşmektedir. Fakat benim görüşüme göre bu karşılıklı etkileşim ve Anadolu Rumlarının Müslüman Türk kimliği içerisindeki asimilasyonu bizlerin şu an sahip olduğumuz kültürel kodlar üzerinde ciddi etkiye sahiptir. Bazı kavramsal hususlar üzerinde durduktan sonra şimdi Mavi Anadoluculuk akımının Anadolu’yu çekirdek kültür yani Antik Helen ve Roma medeniyetinin temeli olarak kabul ettiği savını ele alalım.
Bilindiği gibi Antik Helen medeniyeti modern Avrupa medeniyetinin ilham kaynağı olarak kabul edilmiş, çok sayıda tarihçi tarafından Rönesans ve Aydınlanma Çağı’na yön veren bir olgu olarak görülmüştür. Bu sava göre Antik Helen medeniyetine ait felsefi, bilimsel, sanatsal, edebi ve mimari miras, modern Avrupa medeniyetinin temellerini oluşturmaktır. Peki bu öngörü doğru mudur? Öncelikle felsefeden başlayalım. Sokrates, Platon ve Aristo gibi Antik Helen düşünürleri felsefenin kurucu babaları olarak bilinir ve kendilerinden hayranlıkla bahsedilir. Her üç filozofun da felsefenin gelişimi üzerindeki büyük katkıları elbette inkâr edilmez. Fakat onların felsefenin kurucu babaları olarak kabul edilmesi yanlıştır. Zira felsefenin en önemli temel amacı mistik olan ile rasyonel olanı, doğal gerçeklikle ile mitolojik inancı birbirinden ayırmak, akıl yoluyla doğayı ve insanı kavrayabilmek ve sorgulayabilmektir. Bu ayrım ise Antik Helen şehirlerinde değil, aksine Anadolu’da yapılmıştır. Tarihte ilk defa gerçekliği ve doğayı akıl yoluyla sorgulamayı deneyen, daha açık bir ifade ile doğal gerçeklikle mitolojiyi birbirinden ayırmaya çalışan Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros’un öncülüğünü ettiği Milet Okulu’dur. M.Ö.6. yüzyılda kurulan okul adından da anlaşılacağı gibi Yunanistan’da değil Anadolu kıyılarındaki Milet şehrinde kurulmuştur. Doğa filozofları olarak da bilinen Milet Okulu, doğadaki gerçeklik kavramının ve varlıkların ortaya çıkış sürecinin mitolojik efsanelerle değil akıl yoluyla anlaşılması gerektiğini öne sürmüştür. MÖ 500 yılı civarında yaşayan Efesli Herakleitos ise hakiki bilginin nesnelere bakma yoluyla değil, akıl yoluyla düşünmek ile elde edilebileceğini savunmuştur. Herakleitos ayrıca doğa ve evrende sürekli bir değişimin olduğunu savına dayalı dinamik evren anlayışını savunan ilk düşünürdür. Zira artık klasik haline gelmiş “aynı nehirden iki defa geçemezsiniz” sözü kendisine aittir. Herakleitos bir eserinde ilçemizde bulunan Teos ve Myonnesos –Çıfıt Kalesinde- bir süre kaldığını da yazmaktadır. Dünya insanlık tarihinde önemli bir iz bırakan bu düşünürün Seferihisar’da da bulunmuş olması gerçekten heyecan vericidir. Yine Efesli ve Herakleitos’un öğrencisi Kratylos, bu dinamik evren fikrini, değişimin anlık hızını vurgulamak için “aynı nehirden bir defa bile geçemezsiniz” sözüyle daha radikalleştirmiştir.
MÖ 500 civarında yaşayan Klazomenai’li (Urla’lı) Anaksagoras ise döneminin dini ve mitolojik anlayışına meydan okuyarak, güneş ve gezegenlerin tanrısal bir özelliği olmadığı, aksine dünya gibi maddesel gök cisimleri olduğu fikrini öne sürmüştür. Yaşadığı dönemde devrim niteliğindeki bu sav bilinen tarihte metafiziksel astroloji ile rasyonel bir bilim olan astronominin ilk birbirinden ayrıştırılma deneyimidir. Anaksagoras ayrıca varlık kavramı üzerinde çalışmış ve ileride atom fikrini öne süren Demokritos’a da ilham vermiştir. MÖ 412-323 yılları arasında yaşayan ve kinik felsefenin kurucusu olan Diyojen, Anadolu’nun Karadeniz kıyısında bulunan Sinop şehrinde doğmuştur. Diyojen, insanın en kısıtlı yaşam koşullarında bile mutlu ve bağımsız olabileceğini savunmuş, doğa ile uyumlu sade bir yaşam düşüncesini ileri sürmüştür. Diyojen’in bu fikirleri Jean Jacques Rousseau’dan Amerikan Transandantalizm’nin kurucusu Waldo Emerson ve Henry David Thoreau’ya kadar çok sayıda modern dönem düşünürünü etkilemiştir. Evrenin matematiksel olarak yorumlanması fikrini ilk defa ileri süren düşünür yine Anadolulu, Sisam’da yaşayan Pisagor’dur. (Sisam, Sakız ve Rodos gibi Anadolu’nun yakın adaları her ne kadar siyasi olarak günümüzde Yunanistan’a bağlı olsalar da aslında coğrafi ve tarihi olarak Anadolu’nun bir parçasıdırlar. Bu adalarda yaşayan halk binlerce yıllık tarihleri boyunca Yunanistan anakarası ile değil kendilerine nerdeyse kuş uçuşu mesafede olan Anadolu anakarası ile kader birliği yapmışlardır. Bu nedenle günümüz için olmasa da binlerce yıllık tarihsel arka plan dikkatte alındığında bu adaların Anadolu’nun parçası olduğunu kabul etmek gereklidir.) Pisagor, evrendeki hakiki gerçekliğin sayılarla ifade edildiğini öne sürerek, matematiksel bir evren yorumunu geliştirmiştir. Tarih biliminin kurucusu Herodotos Karya’nın Halikarnas (Bodrum) şehrindendir. Günümüzde artık edebiyat alanında başyapıt olarak kabul edilen İlyada ve Odysseia’nın yazarı Homeros yine İyonyalıdır ve Smyrna (İzmir) şehrinde doğmuştur. Yine Lirik şiirin kurucularından biri kabul edilen Anakreon, bir Anadolu şehri olan Teosludur. Coğrafya biliminin kurucusu olarak bilinen ve aynı zamanda tarihçi olan Starbon, Amasyalıdır. Modern şehir plancılığının temelini atan ızgara planı (hippodamos planı) ilk defa Miletli mimar Hippodamos tarafından bulunmuş ve Yunanistan anakarasındaki şehirlerden önce Milet, Priene, Smyrna ve Knidos gibi Anadolu şehirlerinde uygulanmıştır. Yani modern şehir plancılığının kökeni de Anadolu’dur. Teos antik kentinin simgesi haline gelen Dionysos Tapınağı’nın mimarı ve mimaride pseudipteros planının mucidi Prieneli (Sökeli) Hermogenes’de Anadoluludur. Dünya’nın yedi harikası olarak kabul edilen Antik Çağ eserlerinin üçü olan Efes Artemis Tapınağı, Halikarnas Mausolos Mozelesi ve Rodos Heykeli yine Anadolu’dadır. Söz konusu yedi harikadan hiçbirinin Yunanistan anakarasında bulunmadığının da altının çizilmesinde fayda vardır. Tıp bilimin kurucusu olarak bilinen ve Anadolu’nun kuzey bölgelerini gezerek bilgilerini yayan Hipokrat Kosludur (İstanköy) yani Anadolu kökenlidir. Bu liste daha uzatılabilir.
Dolayısıyla esas sorgulanması gereken husus, Antik Helen mirası olarak bilinen bütün bilimsel, düşünsel ve sanatsal olguların temeli Anadolu’da atılmışken, neden günümüz Yunanistan’ının bütün bu zenginliğin tek mirasçısı olarak kabul edilmekte olduğudur. Hatta yukarıda değinildiği gibi sadece kültürel değil genetik olarak da Anadolu ile kısıtlı bağı bulunmasına rağmen günümüzde neden bütün dünya, bize ait olan bu mirası Yunanistan’ın malı olarak görmektedir? İşte bu noktada, Mavi Anadoluculuk akımı, bu tarihsel ve kültürel çarpıtmanın ortaya çıkmasında Yunanistan’ın çabasını ve bizim ihmalkârlığımızı öne sürmektedir.
Yunanistan’ın çabası ile başlayalım. Avrupalı aydınlar, Antik Çağ medeniyetini kendi medeniyetlerinin kökeni olarak kabul ettiklerinde iki büyük çelişki ile karşılaşmışlardı. Bunlardan ilki yeni kurulan Yunanistan’ın ve Helen olarak kabul ettikleri halkın Antik Çağ medeniyetinin mirasçısı olamayacak kadar geri kalmış olmasıydı. Avrupa devletlerinin zorlaması ile kurulan Yunanistan, kurulduğunda ortak bir dil birliğinin olmadığı klan toplumlarından oluşan ve Mora yarımadası ile etrafındaki adalarından ibaret fakir, geri kalmış bir ülkeydi. Zira başkenti Atina bile büyük bir köy görünümündeydi. Halkın tamamına yakını değil Antik Helen medeniyetini anlayabilmek, okuryazar bile değildi. İkinci çelişki ise aslında ırksal olarak Helen olmayan ve büyük oranda Anadolu’da Müslüman Türkler arasında asimile olmuş Anadolu halkının Antik Çağ medeniyeti üzerindeki varisçiliğinin söz konusu olmasıydı. Bu çelişkilerin çözülmesi için öncelikle Yunanistan’da yaşayan halkın Antik Helen medeniyetinin mirasçısı haline getirilmesi gerekiyordu. Avrupalı aydınların bu amacı aynı zamanda yeni kurulan Yunan devletinin de amacı haline gelmiş ve Helenizm’in yeniden diriltilmesi adı altında devlet politikası haline getirilmiştir. Öncelikli olarak dil birliği amaçlanmış, bu maksatla Yunanistan içerisindeki bütün yerel lehçeler yok sayılarak, Antik Çağ Helen diline benzeyen bir dil icat edilmiş ve resmi dil olarak kabul edilmiştir. Bu politika nedeniyle Yunanistan’da ilki resmi dil, ikincisi halk dili olmak üzere bir dil farklılaşması yaşanmış, Yunanistan toplumunda 1960’lı yıllara kadar süren bir dil problemi varlığını sürdürmüştür. Daha sonra Helen tarih yazımı adı altında tarihsel gerçekler çarpıtılmış, Antik Helen uygarlığından Roma’ya, Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan da modern Yunanistan’a uzanan bir kesintisiz tarih anlayışı benimsenmiş, Yunanistan’da yaşayan halk ile Antik Çağ’da Anadolu ve Mora yarımadasında yaşayan halklar arasında doğrusal bir halef-selef ilişkisi kurulmuştur. İkinci çelişkiyi ortadan kaldırmak için ise aslında yakın dönemde Ege adalarından Anadolu’ya göç eden Helenler, sanki Anadolu’nun Antik Çağ’dan beri yaşayan otokton halkı olarak gösterilmiş, Anadolu’nun diğer bölgelerindeki Rum azınlıklar ise bütün tarihi gerçeklikler göz ardı edilerek, Antik Çağ’ın Anadolu’da kalan mirasçıları olarak kabul edilmiştir. Yunanistan’daki ve Anadolu’daki Rumların geri kalmalarının nedeni olarak da Türk hâkimiyetinin baskısı gösterilerek işin içinden çıkılmıştır. Daha sonra Yunan Hükümeti yeni kurulan Atina Üniversitesi aracılığıyla ve Avrupa üniversitelerinin desteği ile, Yunanistan’ın Antik Çağ mirasının tek varisçisi olduğu savını akademik ve kültürel alanda kabul ettirmiştir. Dönemin Yunan konsolosları bu yeni tarih ve dil anlayışını Anadolu Rumlarına aşılamak için arı gibi çalışmış, Anadolu’nun dört bir yanında Rumlara Antik Çağ medeniyetinin tek mirasçısı oldukları, büyük Helen ulusunun bir parçası durumunda bulundukları ve Türk hâkimiyetinin kendilerinin geri kalmalarına yol açtığı düşünceleri aşılanmıştır. Yunanistan’ın bu politikasını anlamak kolaydır. Zira dil, ulus ve amaç birliği bulunmayan geri kalmış bir toplumda bir birlik oluşturmak için köklü bir tarih vurgusuna başvurmak oldukça yaygın bir yöntemdir.
Şimdi gelelim bizim ihmalkârlığımıza. Yunanistan, Avrupa aydınlarının da desteği ile bize ait olan bir mirasa el koyarken, biz de şaşırtıcı bir şekilde bu gaspa seyirci kaldık. Osmanlı döneminde zaten Antik Çağ dönemine olan ilgisizlik ve bu mirası ötekileştirme bilinen bir durumdu. Zira Türkiye’nin ilk arkeoloji müzesi bile ancak 19. yüzyılın sonunda Osman Hamdi Bey gibi birkaç aydının insanüstü çabası ile kurulabilmiştir. Fakat esas dikkat çeken husus Cumhuriyet döneminde de bu ilgisizliğin devam etmesidir. Nitekim Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan acılar Türk halkında Yunan ve Helen olan her şeye tepkisel bir yaklaşımın oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle Antik Çağ mirası gerek tarih yazınında gerekse eğitim sisteminde hiçbir zaman bize ait olarak görülmemiş, kendi kültürümüzden dışlanmış, çarpıtılmış bir şekilde Yunanistan’a mal edilen bu zenginlik bizim tarafımızdan da Helen mirası olarak kabul edilmiştir. Zira Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeniden yazılmaya başlayan Türk tarih yazını, Osmanlı tarih yazının aksine İslamiyet öncesi Türk tarihini ve Antik Çağ öncesi Hitit tarihini ayrıntılı olarak ele alırken, bu toprağın bir mirası olan Antik Çağ medeniyetini yine ötekileştirmeye devam etmiştir. Bu makalede ayrıntılı olarak üzerinde durduğumuz gibi Antik Çağ Anadolu medeniyeti ne salt Helen’dir ne de bizim kültürel mirasımızın dışındadır. Aksine Yunanlılar kadar bizim de mirasçı olduğumuz bir değerdir. Bu mirasçı olma durumu da sadece kültürel açıdan değildir. Aynı zamanda genetik açıdan da bu medeniyetin mirasçısı olduğumuz söylenebilir (Bu konuya ilgisi olanlar genetik araştırmalarda Türkiye’deki J1, J2 ve R1b haplogruplarının dağılımına bakabilirler. Bu haplogruplar, Anadolu, Akdeniz, Kafkasya ve Hitit coğrafyasına ait haplogruplardır). Başka bir deyişle, damarlarımızda Orta Asya’dan gelen atalarımız kadar Anadolu’nun yerli halklarının yani Antik Çağ medeniyetini inşa eden halkların da kanı dolaşıyor. Biz kabul etsek de etmesek de gerçek budur. Mavi Anadoluculuk akımı işte bu ihmalkârlığa, ötekileştirmeye, bize ait olan bir kültürel mirasın Helenleştirilerek Yunanistan’a altın tepsi içerisinde hediye edilmesine bir başkaldırıdır. İyonya da, Hitit de, Lidya da, Likya da, Roma da, Selçuklu da, Osmanlı da, modern Türkiye Cumhuriyeti de bizimdir. Biz bu toprakların asıl sahibiyiz. Sadece siyasi olarak değil, kültürel ve genetik olarak da bu topraklar üzerinde yaşamış bütün halklar bizim bir parçamız, bizi biz yapan değerlerdir. Onları reddederek, Yunanistan’ın tek taraflı olarak sahiplenmesine sessiz kalarak, hatta bunu destekleyerek sadece kendimizi inkâr etmiş oluruz. Antik Çağ mirasına sahip çıkmak bizi Türklükten uzaklaştırmaz, aksine Türk kavramının içeriğini zenginleştirir. Bu nedenle damarlarımızda hala kanı dolaşan bu medeniyetin mirasına sahip çıkalım, onu görmezlikten gelmeyelim, daha da önemlisi onu Yunanistan’a kendi elimizle hediye etmeyelim. Bizler bu topraklarda yaşamış beş bin yıllık bir medeniyet ile Orta Asya bozkırlarından gelen bir kültürün senteziyiz. Bu kapsamda bizler de yaşadığımız bölgenin Antik Çağ mirasına sahip çıkarak bu sentezin hakkını verebiliriz. Örneğin ilçemizde bulunan Teos Antik Kenti’nin UNESCO Geçici Tarih mirasına alınmasına, Lebedos ve Myonessos kentlerinin betonlaşma ve ilgisizlik sonucu yok olmasının engellenmesine çalışabiliriz.
Yazımı 3000 yıl önce Likya’lı bir hemşehrimizin yazmış olduğu bir şiir dizesi ile sonlandırıyor, saygılarımı sunuyorum,
“Beni bulamazsan üzülme, eşyalarımı bulacaksın,
Kestiğim taşları, açtığım yolları, işlediğim heykelleri bulacaksın,
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden parmak izlerimiz değecek birbirine”

KAYNAKÇA ve İLERİ OKUMA
– Bernal, M. (2014). Kara Atena: Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? (1785-1985), (Ö. Buse, Çev.). Kaynak Yayınları: İstanbul.
– Said, E. W. (2010). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, (B. Ülner, Çev.). Metis Yayınları: İstanbul.
– Nakracas, G. (2005). Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, (İ.Onsunoğlu, Çev.). Kitapevi Yayınları: İstanbul.
– Çokona, A. (2016). 20’inci Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Trakya’daki Rum Yerleşimleri, Literatür Yayınları: İstanbul.
– Deringil, S. (2017). 19’uncu Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde İhtida ve İrtidad, (A. Anadol ve T. U. Belge, Çev.). İletişim Yayınları: İstanbul.
– Milas, H. (2014). Geçmişten Bugüne Yunanlılar: Dil, Din ve Kimlikleri, İletişim Yayınları: İstanbul.
– İbar, G. (2010). Anadolulu Hemşehrilerimiz: Karamanlılar ve Yunan Harfli Türkçe. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
– Çakaş, C. Ö. (2020). Enosis Hedefinden Avrupa Birliği’ne Kıbrıs’ta Rum Milliyetçiliğinin Evrimi Üzerine Bir İnceleme. Platanus Cultural Publishing: Ankara.
– Mavratsas, K. V. (2000). Elen Milliyetçiliğinin Kıbrıs’taki Yönleri, (Ö. Yıldırımbora, Çev.). Galeri Kültür Yayınları: Lefkoşa.
– Kabaağaçlı, C. Ş. (1995). Anadolu’nun Sesi. Bilgi Yayınevi: Ankara.
– Gür, B. (2012). Tunç Çağı’nı Sona Erdiren Halklar: Deniz Kavimleri, Arkeoloji ve Sanat Yayınları: İstanbul.
– Yücel, H. (2017). Rum Olmak, Rum Kalmak, İstos Yayıınları: İstanbul.
– Milas, H. (2002). Göç: Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı (1919-1923), (D.Demirözü, Çev.). İletişim Yayınları: İstanbul.
– Kerenyi, C. (2013). Dionysos: Yok Edilmez Yaşamın Arketip İmgesi, (B. Çetiner, Çev.). Pinhan Yayınları: İstanbul.
– Genetik Araştırmalar Merkezi, Haplogruplar ve Türkiye’nin Genetik Yapısı, https://www.haplogruplar.com/turkiye-turklerinde-y-dna-haplogruplarinin-dagilimi/
– Akurgal, E. (1998). Anadolu Kültür Tarihi, TUBİTAK Yayınları: Ankara.
– Magee, B. (1988). The Great Philosophers. Oxford University Press: Oxford.
– Erhat, A. (1969). Mavi Anadolu. Bilgi Yayınevi: Ankara.
– Yazıcı, N. (2011). Halikarnas Balıkçısı’nın Yazısal Eserlerinde Türk Kimliğine İlişkin Söylemler. Türkbilig, 22: 163-170.