Prof. Dr. Aslıhan Aykaç: ‘Piyasaya karşı dayanışma şart’

Prof. Dr. Aslıhan Aykaç Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisi. Kendisini daha çok neoliberalizm ve emek süreçleri, çalışma ilişkileri üzerine çalışmalarından tanıyoruz. Sosyal politikalar ve kadın emeği de Aslıhan Hoca’nın özellikle üzerine eğildiği alanlar arasında. Kendisiyle 2019’da yayımlanan “Dayanışma Ekonomileri – Üretim ve Bölüşüme Alternatif Yaklaşımlar” adlı kitabı üzerine konuşacağız.

 

 

Geçtiğimiz yıllarda açıklanan rakamlara göre dünyanın en zengin 40 kişisinin mal varlığı, dünya nüfusunun en yoksul %50’sinin, yani 4 milyar insanın toplam mal varlığına eşit. Bir tarafta 40 kişi, diğer tarafta 4 milyar kişi. Gelir dağılımındaki eşitsizlik dediğimizde böylesine büyük bir uçurumdan söz ediyoruz. Yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda olan yüz milyonlarca insan var. Bu hep mi böyleydi, yoksa büyüyen bir uçurumdan mı söz konusu olan?
– Aslıhan Aykaç: Hep böyle değildi. Bir kıyaslama yapmamız gerekirse, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ekonomilerinin yeniden inşa sürecinde ve o zaman için kullandığımız kavramla üçüncü dünyanın sömürgesizleşme sürecinde bir takım kalkınma politikaları uygulandı örneğin. Refah devletinin yükseliş dönemiydi bu aynı zamanda. Devlet sanayileşme ve kalkınma işlevlerinin yanı sıra bölüşüm işlevini de üstlenmiş durumdaydı. Sosyal politikayla, sosyal güvenlik ağlarının kapsayıcılığını geniş tutarak, bu alana bir bütçe ayırarak… Dolayısıyla her zaman böyle değildi. Yani yakın dönemde bile, örneğin 1945’ten 1970’lere kadar gelen süreçte, gelir dağılımı bu kadar eşitsiz değildi. Bunun bir nedeni de istihdam oranlarının ve buna bağlı olarak ücretlerin görece yüksek olmasıydı. Dolayısıyla biz bu toplumsal yapı içerisinde büyük bir orta sınıftan bahsedebiliyorduk. Bir ülkede orta sınıfın görece büyük olması, gelir dağılımının kısmen dengelendiğini gösterir. Oysa bugün böyle bir şey yok.
Neoliberal ekonomi politikalarıyla birlikte yalnızca yoksullaşma, istihdamın azalması, reel ücretlerin düşmesinden değil, aynı zamanda orta sınıf dediğimiz konumun da erozyona uğramasından bahsediyoruz. Şöyle anlatayım, kuşaklar arası sınıf geçirgenliği diye bir şeyden bahsederiz. Bir toplumsal ve ekonomik gelişme hattında, çocuğunuzun hayatının sizden daha iyi olmasını bekleriz. Ama şimdi, çocuklarımız tam tersi, daha kötü işlerde, daha düşük ücretlerle, daha güvencesiz bir şekilde çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu da orta sınıf inşasının gerçekleşmediğini gösteriyor. O yüzden bugün, üretim sürecindeki değişiklikler, istihdamdaki, sosyal güvenlik ve refah politikalarındaki değişikliklerin yanı sıra, orta sınıf pozisyonu elde etme imkânlarının ortadan kalkmasından da dolayı, gelir adaletsizliğinin büyüdüğünden bahsediyoruz.

Dayanışma Ekonomileri, Aslıhan Aykaç, Metis Yayınları

– Orta sınıf niye eriyor, durduk yerde mi?
– Orta sınıf olmanın eskiden kabul gören yolu neydi? İyi eğitim alacaksınız, vasıf edineceksiniz, beyaz yakalı olacaksınız, yükselişte olan hizmetler sektöründe çalışacaksınız… Dolayısıyla vasıfsız, kol gücüne dayalı emek olmaktan çıkıp, vasıflı, beyaz yakalı, zihin gücüne dayalı işlerde çalışıyor olacaksınız. Evet ama sonuç beklendiği gibi olmadı. Tam tersi beyaz yakalılar, bugün “prekarya” diye adlandırdığımız, güvencesiz çalışan proleterler oldular. Güvencesiz çalışıyorlar, düşük ücretlere çalışıyorlar, yıllarca okuyup bin bir umutla edindikleri vasıflar, kıymetli şeyler olmaktan çıktı.

 

 

– Bu gelir eşitsizliğine karşı alternatiflere gelelim isterseniz. Kitabınızda “dayanışma ekonomisi” olarak andığınız model dışında önerilen başka alternatifler de var; örneğin zenginlerden refah vergisi alınması, herkese asgari bir vatandaşlık ücreti ödenmesi ya da bizde de örneklerini gördüğümüz ve “sadaka ekonomisi” diye adlandırılan, devlet eliyle yoksullara yapılan bir takım yardımlar. Dayanışma ekonomisinin bunlardan farkı ne?
– Bunların genel olarak çok etkili olabileceğini düşünmüyorum. Eskiden insanların vergiden çok fazla kaçma imkânı yoktu. Bugün şirketlerinizi offshore kurmaktan vatandaşlık değiştirmeye, varlığınızı tamamen enformel olarak elinizde tutmaya kadar, çok fazla yöntem var zenginlerin refah vergisinden kaçınmasını sağlayabilecek. Devletin vatandaşlık üzerinden kurgulayabileceği dağıtım ve bölüşüm mekanizmalarının da bir takım sıkıntıları var. Örneğin vatandaşlık geliri özellikle bu COVID sürecinde tekrar gündeme geldi. Burada argüman şu; sadece vatandaş olmalarından dolayı insanlara belli bir gelir sağlayalım. İyi de, dünyada nüfusa kayıtlı olmayan milyonlarca insan var. Hindistan’da, Afrika’da kimliği olmayan insanlar var. Sonra mülteciler ne olacak? Dolayısıyla bu önerinin de kapsayıcılığında bir sıkıntı var. Ayrıca bunun kaynağının ne olacağı da belli değil. Hayırseverlik diyebileceğimiz iktisatta yaygın bir şekilde bilinen model ise tek yönlü ve “beleşçilik” sorununa yol açan, insanları pasifize eden, siyasi ve ekonomik bağımlılık üreten bir yapıya sahip. Biz ise insanların aktif olmasını, üretime doğrudan katılmalarını tercih etmeliyiz.

– Dayanışma ekonomileri ne öneriyor?
– Bir kere insanların ekonomik olarak aktif olmasını öneriyor. İkinci olarak, piyasa bağımlılığını kıracak alanlarda var olmasını öneriyor. Dışarıdan aldığınız ne varsa, onun ikamesini yerel olarak nasıl kurabilirsiniz, buna odaklanıyor. Dolayısıyla biraz yerele odaklanan, içe dönük bir şeyden bahsediyoruz. Aslında bir kere daha pandemi sürecine dönmek gerekirse, herkes birden daha gerçek ihtiyaçlarına, satın aldıkları pek şeyi bir şekilde kendisi üretmeye, en yakınından tedarik etmeye başladı. Bu tekil yapılabilecek bir şey değil. Birlikte yapılması gereken bir şey. Tekil olarak piyasa bağımlılığınızı ortadan kaldırmanız ve o ölçekte üretim yapmanız mümkün değil. Dayanışma vurgusunun sebebi bu. Kolektifler, tarım grupları, topluluk temelli tarım, gıda toplulukları gibi yapılar ve tabii ki kooperatifler çok önemli. Bunlara odaklanmak gerekiyor diye düşünüyorum.

– Peki, hep buna vurgu yapıyorsunuz, niye yerel olmak durumunda?
– En başta mesafeden kaynaklanan maliyetleri ortadan kaldırmak için. Hem parasal hem de karbon ayak izi olarak doğaya karşı bir maliyet. Kitapta bununla ilgili bir kısım var, küresel tedarik üzerine. Küresel değer zincirleri diye bir kavram var. Esnek uzmanlaşma ile birlikte her ülkede, her ayrı lokasyonda son ürünün bir parçası üretiliyor. Kimse tek başına son ürünü üretemiyor ama. Zincir bozulduğunda her şey aksamış oluyor. Bu zincire bağımlılığı kırmak adına yerelde örgütlenmenin iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir ekonomik birimin son ürünü üretebilme kapasitesinin olması gerektiğini düşünüyorum ben.

– Kendi kendine yetebilen bir yerellik gibi mi?
– Evet ama bunu küçük bir birimin kendine yeterliliği olarak düşünmeyin. Bunu bir ağ ilişkisi içerisinde genişletebilirsiniz. Bir tarım topluluğunun bir kooperatifle işbirliği yapması, bir gıda topluluğunun üreticilerle işbirliği yapması gibi… Bunun geliştirilmesi için son derece elverişli teknolojik araçlarımız da var artık.

– Bu yerel ekonomilerin ulusal ya da küresel bir ağa eklemlenmesi de dâhil mi bu genişlemeye? Dayanışmanın da daha geniş bir ölçekte örgütlenmesi için…
– Kendi ağlarını oluştursunlar, diyelim. Yani bir şirketin tedarikçisi olmak yerine kendi alternatif ağlarını oluşturmaları mesela. Bunu yapanlar var. Kooperatiflerin üst örgütleri mesela. Uluslararası ölçekte örgütlenmiş birlikler dahi var. Bunlar birbirleriyle bilgi alışverişi de yapıyorlar, ortak projeler de yapıyorlar. Kendi üretim ve pazarlama ağlarını oluşturuyorlar.
Hindistan’da kadın emeğinin örgütlenmesi alanında SEWA, benim başarılı bulduğum örneklerden. Türkiye’de de buna benzer ağlar var. Sosyal medya üzerinden ve online olarak kendi mallarını pazarlamaya çalışıyorlar.

– Bu dayanışma ekonomisi için etkin ve işlevli bir kurumsal yapı olarak kooperatifleri öne çıkartıyorsunuz, hangi özellikleri itibariyle?
– Özellikle öne çıkarmıyorum aslında. Kooperatifler dayanışma ekonomileri içerisindeki en eski model. Kurumsal kimlikleri var ve bu bir başarı göstergesi ve bir kalıcılık göstergesi. Bunlara yönelik bir takım yasal mevzuatlar düzenlenmiş durumda. Böyle bir takım avantajları var. Dolayısıyla kooperatifler, örgütlülük ve formel bir yapı olması nedeniyle öne çıkıyor.
Ama enformel olarak da başka elverişli, esnek yapılar olabilir. Gıda toplulukları bence hafife alınmayacak örnekler. Bazıları kendi üretimlerini de yapıyor. Bir arazi alıp kolektif olarak ekip biçmeye başlayanlar var. Refikler çiftliği ya da Marmariç gibi. Farklı türler, farklı yapılar ortaya çıkıyor. Bence buna açık olmalıyız. Yani mutlaka kooperatif olacak, en uygun yapı budur diye bir şey de yok.
– Teşekkür ederiz.