Görünmeyen emek, sesini yükselt

Ulamış köyünden duvar resmi. Foto: Abdulhakim Bağış

“Kadının güçlenmesi, daha önceden yoksun bırakıldığı iradesini ve karar verme yetisini kullanma ve yaşamı için tercihler yapabilme hakkını kazanması olarak tanımlanıyor. Hangi konuda becerisi varsa bunu üretime dönüştürerek kendi parasını kazanabilmek, ev içi emeğin tüketici döngüsünden çıkıp kendine ait sosyal ve ekonomik bir alana sahip olmak kadınlara özsaygı ve özgüven duygusu kazandırıyor.”

Kadınlara yönelteceğim bir soruyla başlamak istiyorum: “Görünmeyen emek” nedir? Her türlü tanımı bir yana bırakıp düşündüğünüzde, aklınıza gelen ilk cümle ne?
Sizin yerinize ben cevap vereyim: “Bütün gün ne yapıyorsun ki?” sorusu karşısında hissedilen tükenmişlik duygusu.
Bütün akademik ve iktisadi tanımlar, aslında bu soruya verilen ya da verilemeyen cevapta gizlidir. Görünmeyen emek, kadınların ev içinde, ailesi için harcadığı emektir. Peki neden “görünmez” bu emek? Neden yukarıda örneklediğim türden sorulara ve bu soruda gizlenen “değersiz görme” tavrına yol açar? Hatta neden, zamanla bizzat kadının da, kendi yaptığı işi ve giderek kendisini değersiz görmesiyle sonuçlanan bir süreç yaşanır?
Her şeyden önce karşılığında herhangi bir ücret alınmadığı için, bu emek görünmez. Ücret alınmadığı için, piyasada herhangi bir değeri yoktur. Oysa “üretim” sayılan bütün işlerin serbest piyasada “değer” kazandığı bir toplumsal sistem içinde yaşıyoruz ve bu sistem, sadece alınıp satılan ürünler için değil, toplumsal hayatın tüm alanlarında “para”nın en üstün değer olmasını dayatıyor. Yaptığı üretimin karşılığında az kazanç sağlayan birinin bile hor görüldüğü bir dünyada, herhangi bir parasal karşılığı olmayan emek, üretken emekten sayılabilir ve saygı görebilir mi?
Ev içi emeğin görünmez olmasının ikinci nedeni, bu emeğin harcandığı yerin bir “işyeri” değil, bizzat aile evi olması. Kadın bu emeği herhangi biri olarak değil, “eş/anne/evlat” olarak, yani sevgi ve bağlılık ilişkileriyle sarıp sarmalanmış bir halde gerçekleştiriyor. Dolayısıyla da bu emek, sevginin, aile olmanın, eş/anne/evlat olmanın bir parçası olarak kabul ediliyor.
Son bir neden de, ev işlerinin yapılma tarzında. Ev işleri, iç içe girmiş bir şekilde yapılıyor. Yani mesainin bir başı sonu yok; düzenli bir çalışma değil. Bebeği sallarken çorbayı karıştırıyor, süpürgeye ara verip çamaşırları asıyorsunuz ve yatmadan önce salonu toplayıp bulaşık makinesini boşaltıyorsunuz. Günlük hayatla bu kadar iç içe geçmiş olması, her gün harcanan ve yeniden yeniden harcanan bu emeğin varlığını görünmez kılıyor. Oysa saymaya kalktığınızda, ciddi bir yekûn çıkıyor ortaya: Yemek pişirmekten çamaşır ve ütüye, temizlikten çocuk ve yaşlı bakımına kadar tüm bir yaşamı kaplıyor; üstelik bu “görünmez” emeğin hallettiği işlerin hepsinin piyasada bir karşılığı var. Lokantalar, çamaşırhaneler, temizlik şirketleri, kreşler ve anaokulları, yaşlı bakımevleri hep kadınların bedavaya verdiği hizmetin “ücretli” hale bürünmüş karşılıkları.
Peki, neden dışarıda parayla satın aldığımız bu işler, kadının “doğal” görevi gibi kabul ediliyor?
İşte bu noktada, ikinci kavrama geçiyoruz: Toplumsal cinsiyet.
Doğuştan sahip olduğumuz cinsiyet, kadın ve erkek arasında sadece fiziksel/biyolojik farklara işaret ediyor. Yani bugün artık herkesin dile getirdiği erkek egemenliği ve eşitsizlik gibi sorunlar, biyolojik cinsiyetimizden kaynaklanmıyor. Her insan yavrusu, öğrenmeye açık bir bebek olarak doğuyor; toplum ise bu bebeğe, neyi biliyorsa onu “öğretiyor.” Kadın ve erkeğe toplumsal olarak yüklenen, öğretilen, öğrenilen kadınlık ve erkeklik rolleri, toplumsal cinsiyetimizi oluşturuyor. Ve bu da bizden beklenenleri; kendimizi yapmakla yükümlü hissettiğimiz, yapmazsak suçluluk duyduğumuz her şeyi belirliyor. “İyi eş” olmak, “iyi anne” olmak, “iyi evlat” olmak kadınlar için son derece geniş bir sorumluluk alanı demek; yapmak için kendini adadığın, yapmakta kusur edersen suçluluk hissinden kurtulamadığın bir döngü…
Yazıya iki kavramla, görünmez emek ve toplumsal cinsiyet kavramlarıyla başlamamın nedeni var; çünkü kadınların ezilmesinin temelinde yatan da, buna karşı mücadele edebilmelerini sağlayan da bu kavramlar. Emeğimizi görünmez halden görünür hale getirdiğimizde, kendi emeğimize ve dolayısıyla kendimize güvenimiz ve saygımız artıyor; bu ise çevremizin gözünde de farklı bir noktaya sıçramamız, “değer” görmemiz anlamına geliyor. Kendinin bir insan olarak değerini fark eden kadın ise, toplumsal cinsiyet rollerini zorlamaya, esnetmeye başlıyor.

Üretim evden dışarı çıkıyor: Yerel ağlar

Ulamış köyünden duvar resmi. Foto: Abdulhakim Bağış

Kadının ezilmesinin temelinde yatan maddi gerçekliği dönüştürmeden, sadece kültürel alanda bir değişim elde etmenin imkânsızlığına dair bilinçten, kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesi fikri doğdu. 90’larda ortaya çıkan kadın hareketinin bilinen sloganıydı; “Görünmeyen emek / Sesini yükselt!” Doğru bir tespitti, doğru bir talepti ancak görünmeyen emeğin sadece büyük kentlerde değil, küçük yerleşimlerde de sesini yükseltebilmesi için gereken organizasyonlar, ancak 2000’lerde hayata geçirilmeye başladı.
Yerel çözümlere yönelim aslında kadın hareketiyle başlamadı. İklim sorunundan gıda ve içilebilir su erişimine, küresel yoksulluktan enerji krizine kadar pek çok konu, artık yerel düzeyde bulunması gereken çözümlere işaret ediyordu. Güneş enerjisi, rüzgâr türbinleri, suyun küçük ölçekte arıtılıp kullanılması, kolektif çiftlikler ve tüketici hareketi gibi uygulamalar, sorunların merkezi düzeyde değil de, bizzat yörenin sakinleri tarafından çözümlenmesinin daha gerçekçi ve daha demokratik olduğunu ortaya koyuyordu.
Dünyanın karşı karşıya olduğu çok önemli sorunlardan biri de, kuşkusuz yeryüzü nüfusunun yarısını oluşturan kadınların içinde bulunduğu durum. Gelişmiş ülkelerde de etkisini gösteren ama daha çok yoksul ülkelerde yaşanan bu durum; kadınların dünyada gerçekleşen toplam üretimden pay alamaması, ağır eşitsizlik ve baskı koşullarında yaşaması, istihdamın dışında bırakılması ve sonucunda gerek kadına şiddetin, saldırının ve kadın yoksulluğunun artması, gerekse anne-çocuk ölümlerinin yükselmesi şeklinde ortaya çıkıyor.
Türkiye’de de kadınların durumu pek parlak değil. Kadın cinayetlerindeki artış, eziyete başkaldıran kadınların “eski koca” tarafından öldürülmesi, yani rolünün dışına çıkan kadının cezalandırılması olarak açıklanıyor ki yanlış değil. 18 yaşın altındaki evlilikleri hükümet politikaları engellemiyor, kız çocukları okula gönderilmiyor, yeterli sağlık hizmeti alamayan kadınlar özellikle kadın-doğum alanında kendi haline terk edilmiş durumda.
Dünyada kadınların içinde bulunduğu bu duruma karşı, son yıllarda yaygınlık kazanan bir mücadele yöntemi, kadınları yaşadıkları yerelde güçlendirmek, kendi kendilerine yardım edebilmelerini sağlamak. Hani şu ünlü özdeyişteki gibi; balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek.
Bu konuda dünyada çok başarılı örnekler var ama Türkiye’deki çalışmalar da hatırı sayılır bir ilerleme kaydetmiş durumda. Yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri, çeşitli kadın örgütlenmeleri kadınların yerelde güçlendirilmesi için çok değerli çalışmalar yürütüyorlar. Bu çalışmalar, kadın kooperatiflerinden kadın üretici pazarlarına, mikro-krediden meslek edindirme kurslarına kadar geniş bir yelpazeye yayılmış durumda. Farklı tarzda örgütlenmiş olsalar da, aslında amaçları aynı: Kadın yoksulluğunun azaltılması; kadın istihdamının artırılması; çeşitli sebeplerle kamusal hizmet ve imkânlara ulaşamayan kadınların sosyal ve ekonomik hayata katılımının sağlanması ve kadınların çalıştıracağı alternatif iş modellerinin geliştirilmesi.

Denizyıldızının hikâyesi

Kadının güçlenmesi, daha önceden yoksun bırakıldığı iradesini ve karar verme yetisini kullanma ve yaşamı için tercihler yapabilme hakkını kazanması olarak tanımlanıyor. Hangi konuda becerisi varsa bunu üretime dönüştürerek kendi parasını kazanabilmek; kendisi gibi olan kadınlarla yan yana, eşit koşullarda, herhangi bir ast-üst ilişkisi olmadan çalışabilmek; ev içi emeğin tüketici döngüsünden çıkıp kendine ait sosyal ve ekonomik bir alana sahip olmak kadınlara özsaygı ve özgüven duygusu kazandırıyor. Bunun yanı sıra az veya çok kendi gelirine sahip olma imkânı elde ediyor ve evine somut bir katkıda bulunuyor. Kadınların ortak sorunlara karşı ortak çözümler ürettiği iş modelinden kazandığı bilgi ve deneyimle, kendi kız çocuğuna da daha bilinçli bir gelecek hazırlayabiliyor.
Kadınların toplumsal cinsiyet rolü nedeniyle uğradıkları baskı ve sınırlamaya karşı güçlendirilmelerini amaçlayan bu yerel çalışmalar, bütünsel ve radikal bir çözüm olmadığı yönünde eleştirilerle karşılaşıyor ama bana kalırsa bu, denizyıldızının hikâyesi ile aynı. Okyanus kıyısına vurmuş binlerce denizyıldızı için ya da bütün bir okyanus ve kumsal için, tek bir denizyıldızının suya ulaşmasının anlamı olmayabilir; ama suya ulaşan o denizyıldızı için her şey değişmiştir… Bu değişim, denizyıldızı için bir hayat demektir ve hayatı değişen denizyıldızlarının artması, emin olun, dünyayı daha iyi bir yer haline getirecektir.

Yazan: Şöhret Baltaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir