Yel saatleri

Dün, bugünün nasıl seyredeceğine karşı önyargılı idim. Bugün, düne zerre kadar benzemedi.

13:15 yeli sarmaşıkları yaladı geçti, yan bahçedeki çınarın canını tazeledi ki, ben de o esnada cereyanlı ot biçerimle yaşlı zeytinin altında bitmiş sonbahar otlarını biçiyordum. Otları diri haşlayın.
Sonra, aniden Kula yönüne gittim. Volkanik araziye nazır, kızıllı ve grili topraklarda yeni dikilmiş üç beş zeytinlik alan gördüm, iki keçiye selam ettim; bir gelincik ve iki sincapla söyleştim. Sincap şaşırtıcı idi bilhassa; kendi ekseni etrafında 360 derece fır dönerek sıçrayıp yine ve yeniden baktı bana. Az sonra, Dombaylı – Menye hattındaki asfalt yol daralıp bir köyün döşüne saplandı kaldı. Metruk ötesi cumbalar, Rum hayaletleri (bizim buraların gizli halleri) derken, bir dedeye çevirdim yüzümü ve sordum: “Dedeee, hele Menye’yı çıkıyo mu bu yol?” Sol gözünü duvara devirdi ve sus kaldı. Yanına yığılı teyze dedi ki: “Oğul hissizdir, duymez o.” “Ee, teyze” diyecek oldum; “az gidersen çıkar” dedi.
Yeri gelmişken, Dionissos’un ana vatanıdır bizim buralar; liderlik ettiği partilerde ortamlar çatlar patlarken, volkanlar da kara dölle silme sıvamıştır havzayı. Ev ağıl çatmaya yarayan “garataş” bir yana, etrafta mebzul miktarda bulacağınız beleş tüfün şöyle bir güzelliği vardır: Naylon torba, plastik kova ne varsa bununla doldurursunuz; dibini elli santim kazdığınız ağaçlara buluntuyu ikram edersiniz. Tüf, bahar yağmurunu alt dudağından emer ve suyu aylarca bırakmaz.
“Bu opsiyon elimin altında” diyerek, teşebbüsü sonraki sefere erteledim ve kamyoncuların mantra gibi ağzında adını yuvarladığı Kula Rampaları’na vurdum kendimi. Bir Kamil Koç şoförü demişti ki: “Evlat, bak… Sürüşü iyi ayar edersen, Yunus Emre Dinlenme Tesisleri’nden Salihli girişine kadar bedava gidersin.” Aklıma geldi, az biraz denedim ve anında uyarı sistemi aksi şeritten devreye girdi: “Radar var!” Üç kısa flaş, havaya kalkan el: “Sağol bilader!” Karşı şeritten el iner: “Rica!”


16:22 yeli vurduğunda ne güzel elmalar almaktaydım; allı yeşilli ve neredeyse kedi kafası kadar. Tenine fiske vurunca diapozom gibi tınlayan, taş gibi elmalar. İyi elmaya rastlayınca, onu çok ince dilimleyin ve parmak uçlarınızla üzerine taze çekilmiş Türk kahvesi serpin. En lezziz şarap ve rakı mezesidir; bu marifeti bana çocukluğumda sandalyede pineklerken, ailemin şafaklara kadar süren muhabbetine bıkmadan hizmet eden yaşlı bir Bodrumlu garson öğretmiştir.


18:15 yeli geldi ve günün ölümünü bildirdi. Ufak bir balkonunuz ve hâtta bahçeniz varsa, organik atıklarınızı mutfak robotundan geçirin. Çıkın yaprak toplayın veya kapıcının biçtiği otlardan bir kucak dolusu edinin. Tüm zerzevatı yarım kilo bahçe toprağı ile birklikte gözenekli bir çuvala doldurun. On günde bir sulayın çuvalı. Jüt ehvendir. “Bu da nereden aklına geldi” derseniz, yel gelmezden önce, aslan gibi kazmamla kendime kocaman bir kompost havuzu kazıyordum.


22:15 yeli balkona vardığında yaz bahçesinde son kalan acı biberler ipe dizilmiş, Sarajevo’da öğrendiğim ve iki sezondur manda kaymağı ile hasını kurduğum “süt turşusu” kavanozunun kapağı açılmış, yaban semizotları sırık domatıyla kavrulmayı beklemekteydi. Gece nereye gitti derseniz, dört dubleden sonrasını saymaya kıyamadım derim.