Kuyularımız çoktan kurudu mu? Ümit var mı?

Efes Selçuk ve Çiğli “Kuyu Kurumadan” çalıştaylarına Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi adına konuşmacı olarak katılan Helil İnay Kınay’ın konuşmalarının özet bir derlemesini paylaşıyoruz.

Çevre mühendisliği, çevre sorunlarından oluşan bir meslek disiplinidir. Bu meslek, insanlığın yürüttüğü faaliyetlerin çevresel etkileri doğru yönetilmediği ve planlanmadığı için ortaya çıkmış.  Bu faaliyetlerin tahribatını biraz daha azaltabilmek, yönetebilmek için bilim ve mühendislik anlamına da çalışmalar yapan bir meslek disiplini olarak bardağın boş tarafını göstermek bizim işimiz. Çevre Mühendisleri Odası olarak kamusal sorumluluğumuz gereği, yapılan iyi çalışmaları takdir etmekle beraber, aslında bardağın boş tarafını, kuyunun dolu olmadığını göstermek gerekiyor.

Türkiye’nin su kaynaklarına baktığımız zaman yüzey sularımızın yüzde 70’inden fazlasının kirli olduğunu Bakanlığın kendi raporları belirtiyor. 25 su Havzamızın tamamı neredeyse kötü kalitede, kullanılamayacak derecede kirli. Çevre mühendisliği terimiyle ifade edecek olursak, dördüncü sınıf su kalitesine sahibiz. Kendi yöremize baktığımızda bu karneden payımıza düşeni alıyoruz. Bugün bu bölgeyi besleyen su kaynakları, su Havzaları, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz, Kuzey Ege Havzası da bu bakımdan çok farklı değil.

Küçük Menderes ve Gediz her canlı gibi masum doğan ama katettiği yol boyunca geçtiği yerleşimlerin atık sularını, sanayi atıklarını, tarım, hayvancılık, turizm ve enerji faaliyetlerinin atıklarını taşıyarak Küçük Menderes’te Selçuk’a ve Gediz’de Çiğli’ye bu yükü getiriyor. Bir yanda, İzmir’in en keyifli yerleşimlerinden birisi ve aynı zamanda arkeolojik ve doğal sit değeri ile çok özel koşulları olan tarım ve turizm kenti Selçuk kirli bir suyu kucaklıyor. Öte yanda da Kütahya, Uşak, Manisa ve İzmir’in kirlilik yükünü taşıyan Gediz, Çiğli’de İzmir Körfezi’yle buluşuyor.

“Yer altı sularının yüzde 90’ından fazlası tahsisli”

Küçük Menderes diye bahsettiğimiz Havza aynı zamanda İzmir’in içme suyu Havzası. Tahtalı Barajı bu Havzanın içerisinde yer alıyor. İzmir’in içerisinde doğan ve yine İzmir’in içerisinde Selçuk Pamucak’ta denize kavuşan bir su kütlesinden bahsediyoruz. Yapılan araştırmalar ve değerlendirmelerde mevcut su kütlelerinde çok ciddi bir azalma olduğu ortaya konmuş durumda. Yer altı suyunda kontrolsüz çekimlerden dolayı çok ciddi azalmalar var. Bu bölgede, Küçük Menderes özelinde yer altı suyunun %90’dan fazlasının tahsis edildiği bilgisi var ve tüketim mevcut kaynağın çok çok üzerinde. Tüm bunları doğru yönetemezsek ve planlayamazsak bunun çok daha büyük, olumsuz sonuçları ile karşı karşıya kalacağız.

Şu an evet, bir umut var. Küçük Menderes doğduğu yerde canlıyken, taşıdığı yol boyunca artık ben hastalandım, şu sıkıntılarım var diye dile gelirken, Selçuk’ta çığlık atıyor. Bu koku, bu kirlilik, bu görüntü aslında sonuçlardan sadece bir tanesi. Dolayısıyla bu çığlığı çok acil bir şekilde duymak ve artık çözüm önerilerini yerine getirmek gerekiyor. Bu sadece Selçuk’un, Ödemiş’in, İzmir’in sorunu değil aslında ülkenin genel sorunu, yaşamın sorunu. Bu sorunu çözmek için her birimizin doğru politikalara, kamu ve doğa yararına ilişkin süreçlere dair inancımızı, gücümüzü, desteğimizi ve dayanışmamızı büyütmemiz gerekiyor.

Bardağın dolu tarafından baktığımızda Selçuk, İzmir’in en güzel, en keyifli ilçesi.. Tarımdan turizmine, planlamasına, sit alanı olması sebebiyle kendini koruyabilmiş olmasının getirdiği artılarla beraber, çok keyifli ve farkındalığı yüksek bir ilçe. Ama bardağın boş tarafına baktığımız zaman, etrafını artık sıkıştıran rant baskısı ve diğer baskılarla beraber bunun tüm olumsuz sonuçlarıyla karşı karşıya bir ilçe.

Burada da konu Selçuk’un yaşadığı kader. Selçuk tüm o sorunların getirdiği sıkıntıları yaşamak, bununla beraber hayatını sürdürmek zorunda. O yüzden de çok daha büyük çığlıklar atıyor ama bu çığlığın sebeplerini ve sonuçlarını Havzadaki tüm yerleşimlerde ve sorumlu tüm kurumlarla birlikte yönetmek ve planlamak gerekiyor. Ben bu nedenle bunun bir kurtuluş mücadelesi olduğunu söylemek istiyorum.

Çiğli: Korunması gereken sulak alana sahip

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin şu anki nüfusu resmi istatistiklerde yaklaşık dört buçuk milyon olarak görünüyor. Hem pandemi hem de diğer ekonomik süreçlerle birlikte kentimiz çok daha ciddi bir nüfus artışı aldı. Her yerde yüksek yapılaşmalar ile karşı karşıyayız. Özellikle Karşıyaka- Çiğli bölgesinde ciddi bir konut artışı var. Ama Çiğli aynı zamanda çok özel bir bölge. Gediz’in Körfez ile buluştuğu nokta, bu kentin en özel alanı olan, korunması gereken sulak alanına sahip Kuş Cenneti burada yer alıyor. Fakat burası kentin ve sanayinin yükünü taşıyor aynı zamanda.

İZSU ve Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan 2050 projeksiyonların-da İzmir’in bugün dört buçuk milyon olan nüfusunun yedi buçuk milyon civarında olacağı öngörülmüş ve buna göre planlamalar yapılmış. Ama nüfus artış hızına baktığımız zaman bu rakama çok daha erken ulaşılacağı görülüyor. Kent buna hazır mı diye baktığımızda, altyapının üstyapıya yetişemediğini, sanayi ile ilgili planlara yetişemediğini görüyoruz.

Çiğli’de Gediz’in Körfez ile buluştuğu noktada bu kentin en özel alanı olan, korunması gereken sulak alanına sahip Kuş Cenneti bulunuyor. Fakat burası aynı zamanda kentin ve sanayinin yükünü taşıyan bir bölge.

“Çevre sorunları ekonomiden, siyasetten ayrı tutulamaz”

Çevre sorunlarını toplumsal sorunlardan, ekonomiden ve yaşam sorunlarından ayırmak mümkün değil. En temelde problem aslında insan. Dünyada da, ülkemizde de böyle. Çok hızlı nüfus artıyor. İhtiyaçlar artıyor. Tüketim hızı artıyor. İhtiyacımız kadar harcamıyoruz çünkü bu düzenin içerisinde ekonomik, siyasi ve politik sistemden dolayı kontrolsüz bir tüketimin içerisindeyiz. Ve bu tüketim ne yazık ki dünyanın eşitlik, hukuk, adalet ve doğanın kendi içerisindeki döngüsünü kırıyor. Kaynakları kontrolsüz bir şekilde tüketen, kaynaklar bakımından bir nicelik ve nitelik sorununu ortaya çıkaran bir mekanizma ortaya çıkıyor. Doğa kendi döngüsünü eşit, adil, güçlü ve güçsüz dengesi içerisinde yürütürken, insan faaliyetleri bu dengeyi bozuyor. Dünyada yüzde 10’un tükettiği ve harcadığı kaynaklar, yüzde 90 yoksul kesimin acısını yaşadığı mekanizmaya dönüşüyor. Çevresel adaletsizlik, ekonomik adaletsizlik ve yaşam adaletsizliği her alanda hepimizi etkiliyor.

Bu denge esas olarak sanayi devrimiyle beraber bozuldu ve özellikle son yirmi-otuz yıllık dilimde artık hunharca işleyen bir mekanizmaya dönüştü. Bunun sonucunda sağlık sorunları, yaşam sorunları, gıda sorunları ve ekonomik sorunlar yaşamaya başladığımızda yasalar, mevzuatlar, çevre farkındalığı gibi süreçleri ve iklim değişikliğini konuşmaya başladık. Oysa buna iki üç sene önceye kadar uzak bir geleceğin sorunu olarak bakıyorduk.

“Kuyu kurumadı mı?”

Çok uzakta gibi gözüken iklim değişikliği… Geçen hafta gene yağışları yaşadık. Kentimizde selle karşılaştık. Türkiye’nin her yerinde bu yaşanıyor. Bir taraftan kuraklıktan bahsediyoruz. Yağmurun yağması, toprağı beslemesi gerekiyor. Yağmur yağıyor ama bizi beslemiyor. Can vermesi gereken yağmur can alıyor. Bunun gibi birçok sorunla hayatımızın her alanında, evimizin içerisinde karşı karşıyayız.

“Kuyu Kurumadan” su çalıştayı gibi çabalar da buradan çıktı. Ama kuyu gerçekten kurumadı mı? Kurudu da geç mi kaldık? Bu zamanlamayı da konuşmamız gerekiyor. Dünyadaki suyla ilgili değerlendirmelere baktığınızda su kaynaklarının şu anda toplam nüfusa yetmediğini biliyoruz. 

Mevcut doğal varlıklarımızı tüm canlıların bir parçası olarak değil, sadece insana ait kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Doğal yaşamın ihtiyacı olan süreçlerdeki dengeyi sağlamıyoruz. Türkiye’de su yönetimine baktığınız zaman yirmi beş tane su Havzamız var. Ve bu Havzaların tarım topraklarını besleyen, yaşamını zenginleştiren, her canlıyla beraber bu denge içerisinde hepimizin sağlıklı ve sürdürülebilir yaşamını sağlayan bir sistem olması gerekiyor. Ama suyumuzun miktarının az olduğunu görüyoruz. Artık sıcaklık ve kuraklık etkisiyle beraber suyumuz azaldı. Biz bunu hep iklim değişikliğine bağlıyoruz. Oysa esas etken bu değil. Biz çevre mühendisleri olarak bunu hep vurguluyoruz.

Son yirmi-yirmi beş yılda meralarda yüzde 40, tarımsal alanlarda yüzde 50, ormanlarda yüzde 45, sulak alanlarda yüzde 50 oranında tahribatlar yaşadık. Bu alanları yok ettik. Bu, yaşam zinciri içerisinde suyu koruyan, suyu ve sağlıklı gıdayı bize sağlayan, hayvancılık faaliyetlerini, diğer doğal yaşamı destekleyen tüm mekanizmaları yüzde 50 oranında azaltmak demek.

Bu mekanizmaları azalttık ama nüfusumuz azaldı mı? Hayır. Nüfusumuz çok daha hızlı bir şekilde arttı. Artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik diye getirilen planlar, projeler çok daha kontrolsüz bir şekilde gelişti. Kentlerimiz aslında sağlıklı ve sürdürülebilir yaşamı ilerletebilecek kentler olması gerekirken beton kentlere dönüştü. Bu beton kentler tarım alanlarını, meraları, sulak alanları yok eden kentler haline dönüştü. Sanayileşiyoruz, gelişiyoruz, endüstrileşiyoruz derken, tarımı endüstrileştirdik. Gıdayı endüstrileştirdik. Doğru kullanılırsa sanayi ve endüstrinin teknolojiyle beraber artıları vardır ama yanlış yönetir, yanlış planlarsanız sizi yok eden canavarlara dönüşür. Çünkü çok ciddi çevresel riskleri ve etkileri vardır. Biz bu süreçleri hava, su ve toprak kirliliği olarak yaşadık. Mevcut kaynaklarımız insan faaliyetleri nedeniyle azaldı. Kaynaklarımız kirlendi.

Ne yapmamız gerekiyor?

Bir an önce acil butonuna basarak önlem almamız gerekiyor. Çeşitli uzmanlar, farklı kurum, kuruluşlardan insanlar, çevre mühendisi olarak bizler kaynak ihtiyacından başlayarak bu kaynakların nasıl yönetileceği, ihtiyaçlara göre nasıl dağıtılacağı, nasıl yönlendirileceği ve dolayısıyla sonuçta oluşabilecek kirliliğin nasıl azaltılacağıyla ilgili çalışıyoruz. Bunu yaparken tarım konusunda ilgili uzmanlarla, hayvancılık konusunda ilgili uzmanlarla, enerji, sanayi, madencilik alanında uzmanların bütünsel olarak üst ölçekten bakıp birbiriyle ilişkilenmesi gerekiyor. Yani konu yine planlama ve yönetime geliyor.

Türkiye’deki yönetim politikalarını ortaya koyarken; enerji politikalarını, sanayi politikalarını, tarım politikalarını birbirinden bağımsız olarak değerlendiremiyorsunuz. İdari olarak da yerel yönetimin planlarını merkezi idarelerin karar ve planlamalarından bağımsız ele alamıyorsunuz. Yani birbiriyle iç içe, birbiriyle uyum içerisinde, doğanın ekolojik dengesi gibi bir sürecin, kamu yönetiminde de yürütülmesi gerekiyor.

Çevre bir zorunluluk, çevre yönetimi de bir zorunluluk. Bunu kamusal ve kanuni bir zorunluluk ama en önemlisi yaşamsal bir zorunluluk ve sorumluluk olarak görmek, böyle davranmak zorundayız. Okullarda ya da evimizde, çocuklarımızda bir çevre farkındalığı yaratmaya çalışabiliriz. Doğayı sevmekle, birlikte uyum içerisinde yaşamakla ilgili konuşabiliriz. Ama artık reşit sayılan bireyler için, kamu görevlileri ve kamu kurumları için “farkındalık” meselesi çoktan geride kalmış olmalı. Bunun bir farkındalık meselesi değil kamusal ve yasal bir zorunluluk olduğunu artık kabul etmek ve buna göre davranmak zorundayız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir