Sığacık’ta bir Nazım Hikmet evi

Osman Özkan Seferihisar Sığacık’taki evini, küçük dokunuşlarla Nazım Hikmet’in anısını yaşatan bir mekâna dönüştürmüş. Bu fikir nereden çıktı, neden böyle bir şeye kalkıştı, kendisine sorduk…

 

– Osman abi, seni önce okurlarımıza tanıtalım mı?

-Sevgili Baha, sen beni iyi tanıyorsun ama yine de söylemiş olayım. İsmim Osman Özkan. 1969 yılında öğretmen olarak göreve başladım. 1994 yılına kadar 25 yıl öğretmenlik yaptım. Bütün bu süre zarfında sivil toplum örgütlerinde, öğretmen sendikalarının yeniden kuruluşunda faaliyet yürüttüm. Daha ilk yılımda, 1969’da TÖS grevi vardı. Dört günlük bir öğretmen boykotu. Fakir Baykurt -rahmetli abimizi de sevgiyle analım- genel başkandı. Boykotun destekçilerinden ve takipçilerinden oldum. Daha sonra TÖB-DER kuruldu. TÖB-DER şubesini öğretmenlik yaptığım Kemalpaşa’da ilk açan kişiler arasındayım. Uzun yıllar Kemalpaşa’da TÖB-DER şube yönetiminde yer aldım, şube başkanlığı yer aldım… Yönetimde olmadığım zamanlarda da çok aktif üyelerinden biriydim. Sonra 80 faşist harekâtı ülke yönetimine geldi, o sırada bile TÖB-DER’li öğretmenler olarak Kemalpaşa’da kendi haklarımız adına eylemler koyduk.

Sonraları çocuklarımızı okutmak için İzmir’e geldik. Ardından da 1994 yılında emekli oldum. Sivil toplum örgütlerinde, değişik alanlarda ülkenin olumsuz gidişatını önlemek için elimizden gelen gayreti göstermeye devam ettim. İşte öyle bugüne kadar geldik.

– Seferihisar’a ne zaman yerleştiniz?

– Aşağı yukarı 30 yıl önce, 93’lerde falan geldim ben buraya. Bu evi bir kooperatiften aldık, yerleştik. 94’te de emekli olduktan sonra da yaz kış hep buradaydım. Eşim ara sıra havalar soğukken İzmir’e gidiyordu ama genelde burada yaşadık.

– Evini Nazım Hikmet’in anısını yaşatacak bir yere dönüştürmeye başladın? Bu fikir nereden çıktı?

– Bu bahçeyi yaparken tam şu anda oturduğum yerden bir kaya çıktı. Bu kayayı aldım, bahçenin kenarına koyarken aklıma birden Moskova’da Nazım’ın mezarı geldi, atmadım. O zaman tembellik ettik ya da olanaklar el vermedi, bir şey yapmadım ama kafamdad bir Nazım büstü düşüncesi doğmuştu. Ancak üç dört yıl önce taşı aldım, buraya yerleştirdim. Civarda benzeri kayalardan buldum, onları da etrafına koyarak tamamladım. Uzun süre uygun bir büst aradım. Sonra Cumhuriyet gazetesi yazarı Zeynep Oral ile iletişime geçtim, kendisinden büst bulma konusunda yardım istedim. Kendisine de bu vesileyle teşekkür etmiş olayım, beni Nazım Hikmet Vakfı’na yönlendirdi. Orada bu büstü buldum. Alıp buraya koydum. Nazım Hikmet’in anısını burada yaşatan bir mekân oldu.

Fakat içime sinmedi, Nazım’ın burada çok yalnız kaldığını düşündüğüm. Benim bildiğim Nazım yalnızlığı zaten hiç sevmez. Birlikte yaşamayı çok seven, birilerine el uzatmayı seven bir kişi. Hapishaneyi bile çevresindeki insanlar için okula dönüştürmüş bir insan Nazım. Burada da yalnız kalmasın dedim, en az onun kadar değer verdiğimiz başka insanlar var, onlar da burada yer alsın diye düşündüm.

Enver Gökçe’den başladım, Can Yücel olur dedim, sevgili Aziz Nesin, Ahmet Arif olur… Derken Yılmaz Güney’i düşündüm, Ruhi Su’yu düşündüm. Sabahattin Ali, Yaşar Kemal gibi edebiyatımızın onur abidelerini unutmak da olmazdı. Bunları da Nazım’a arkadaş ettim, kendime göre böyle bir sergi yaratmaya çalıştım.

Sokaktan geçerken evinizi gören insanların tepkileri nasıl oluyor?

– “Kimdir bu?” diye bakıyorlar. Bazısı okuyor, bazısı okuyamıyor. İçeri bahçeye girip panolara bakanlar, bir çay kahve içip dostluk kurduklarımız oluyor. Genelde hoşlarına gidiyor, en azından şiir okuyorlar.

Mesela burada toplanacağımız gün su tesisatımız patladı. İZSU’dan 4 tane işçi geldi. Birisi baktı baktı, “Amca bunlar Türk mü?” dedi. “Gel buraya” dedim, okudu, biraz da anlattım. İşte böyle şeyler oluyor, bir sevdadır aldı yürüyor, gidiyor.

Bir tek şeyi çok önemli görüyorum. Gerici dediğimiz unsurlar en küçücük bir şeyden yararlanıp topluma kendilerini tanıtabilmek için her alanı değerlendiriyorlar ya… Benim bunu yapmaktaki amacım da biraz bu! Biz neden böyle yapmayalım? Buradan geçen yüz kişiden üçü bizim değerlerimizi öğrense, tanısa, iyi bir şey yapmışımdır düşünüyorum.

– Sendeki bu Nazım Hikmet sevgisi nasıl başladı? Ne zaman tanıştın Nazım’la, şiiriyle?

– Sevgili Baha, Nazım’la ilk karşılaştığım tarih, tam hatırlamıyorum ama Zekeriya Sertel’in “Mavi Gözlü Dev” kitabının birinci baskısının yayımlandığı tarihtir. Nazım’la o zaman tanıştım. Pazarören’de öğretmen okulunda okurken kitabı aldım. Köy enstitüsü anlayışının devamı gibiydi o dönemin öğretmen okulları. Elektriklerimiz gece 23:00’de kesilirdi. Öyle bir dalmışım ki Nazım’ı okumaya, elektrikler sönmeye yakın okul müdür yardımcısı geldi. Elimden kitabı aldı, ufacık kafama vurdu, “Bu saatte bu kitap okunur mu?” diye.

Türkiye zaten Nazım’ı çok geç tanıdı. Biraz da böyle yasaklar, tepkiler fazlacaydı o dönemlerde. Nazım’ın şiirlerini ve dilinin kıymetini öldükten çok sonra anladılar. Nazım’ın kendi sözleri de var ya, “Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiye’mde Türkçemle yasak” diye, öyle bir şey işte.

Velhasıl Nazım’la öyle tanıştım. Sevgim de hep devam etti. Yıl 78-79, kızım o zaman belki 7-8 yaşındaydı, Nazım’ın çok güzel bir çocuk şiiri var, “Dünyayı verelim çocuklara, hiç değilse bir günlüğüne. Allı pullu bir balon gibi oynasınlar” diye başlayan… 23 Nisan’da kızıma bu şiiri okutmuştum.

Bizim ailece Nazım’a ve şiire, edebiyata karşı ilgimiz var; oğlum, kızım, eşim, gelinim okumaya düşkünüz. Düğün günlerinde, yaş günlerinde, yılbaşlarında falan birbirimize genellikle kitap hediye ederiz. Nazım’ın kitapları hep en güzel hediyelerimiz oldu birbirimize aldığımız. Böyle böyle daha yakından tanıdım, öğrendim Nazım’ı.

– Nazım Hikmet’in hangi yönü, seni en çok etkileyen?

– Toplumcu yönü. Daha gençken bu haksızlıkları, adaletsizlikleri, yanlışları çok iyi görüyor. Nazım komünist bir insan. Kendi şiirinde dediği gibi, tepeden tırnağa komünist. Şairliği de biraz komünistlikten doğru dürtülenen, zenginleşen bir şey. Çok çeşitli şiirler yazıyor, sevda şiirleri, hatta ilk başlarda dinsel şiirler… Ama şairliğinin asıl kanıtlandığı alan toplumsal düşüncesinin en zenginleştiği alanda oluyor. Bu sayede bütün dünyada tanınıyor. Zekeriya Sertel anlatıyor ya, kendisine “Nerelisin?” diye sorduklarında çoğu yabancı kişi Türkiye’yi bilemiyor. Onun anlattığı şekliyle, hafızamda kaldığı kadarıyla söyleyeyim, “Ya Atatürk’ün ülkesindenim diyeceksiniz ya da Nazım’ın” diyor. Nazım’ın böyle bir tanınmışlığı var.

– Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümünde burada bir anma gerçekleştirdiniz, daha önce de bir buluşma olmuştu sanıyorum…

– Evet, çok güzel oldu ikisi de. Benim biraz sosyal bir yönüm var. Eşle, dostla, arkadaşla birlikte olmak, birlikte tartışmak, konuşmak, üretmek isterim hep. Gençliğimden beri sürüp gelen bir şey, övünmek gibi olmasın biraz örgütçüyümdür. Burayı yapınca de niye öyle kendi kendimize kalalım ki dedim. Zaten pandemi-mandemi herkes bunalmıştı. Çağırdım arkadaşları, herhalde bir 40-50 kişi olduk. Oturduk, yedik, içtik, Nazım’ı andık, şiirler okuduk, saz çaldık, türkü söyledik.

Bu yıl da Nazım’ın ölüm yıldönümünde bir araya geldik. Hep beraber bir sofra kurduk, yine türküler söyledik, şiirler okuduk. Bu sene tesadüfen TRT sanatçısı İbrahim Can da aramızdaydı. Birlikte güzel bir akşam geçirdik, 3 Haziran günü hem Nazım’ı hem de dostlarını anmış olduk.

– Nazım Hikmet burada da birleştirici bir rol oynadı o zaman…

– Bizi bu küçücük evde bir araya getirdi Nazım. Hani demiş ya “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse / tepemde bir de çınar…” Bizde bir çınar ağacı olmadı, mütevazı bir ev, küçücük bir taş, ardında da kırmızı alıç türü ağaç dikeni.

O dünyada koca koca salonları bir araya getiriyor, salonlarda anılıyor, müzik konserlerinde anılıyor, Fazıl Say gibi bir dev tutuyor oratoryo yapıyor, Genco Erkal gibi bir adam çıkıyor Nazım’ı okuyor. Nazım’ın adıyla Türkiye’de şiir çok yüce bir noktaya geliyor. Şiir bilmeyenler de şiir öğreniyor, ihtiyaç duyuyor. Ve ne mutlu ki bu Türkiye’nin, bizim bir değerimiz. Nazım Hikmet bizi burada bir araya getirmeye devam edecek. Çocuklarım, eşim, ben dostlarımla burada bir araya gelmeye devam edeceğiz diye düşünüyorum. Onlara da çok teşekkür ediyorum bu arada. Oğlum Barış’a, kızım Özgül’e, toplantımızda şiir okuyan torunum Deniz’e, eşim Suzan’a çok teşekkür ediyorum. Çok katkı verdiler. Hiç engel olmadıkları gibi büyük destek sağladılar.

Video röportaj için: https://www.youtube.com/watch?v=soQG0alh7XU

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir