Beyler köyünde çiçeği burnunda bir doğal tarım deneyimi

Doğal tarım üzerine konuşmak için Bornova’ya Doğal Tarım Çiftliği’ne gittiğimizde “hoş geldiniz ama buralara kadar boşuna zahmet etmişsiniz. Buradan gidip Seferihisar’a yerleşmiş, orada doğal tarım uygulaması yapmaya çalışan arkadaşlar var. Onlar da anlatabilirdi” dediler. Kim bunlar dedik, araştırdık. Beyler köyünde bir zeytinlikte Emrah Özgün, Seray Beysülen, Serdar Beysülen ve Tuğçe Eker’i bulduk. Homeros Gıda Topluluğundan Beyler köyüne varan yolculuklarını onlardan dinliyoruz.

Dilerseniz söyleşiyi iki bölüm halinde podcast olarak da dinleyebilirsiniz;

– Emrah: Altı sene önce bu araziyi aldık. Daha önce İzmir merkezde yaşıyorduk ve aralıklı olarak gelebiliyorduk araziye. Bir yıl önce falan Seferihisar’a geldik. İlk zamanlarda doğal tarımı bilmiyorduk, ekolojik, kimyasal girdi olmayan bir üretim tarzı kafamızda vardı. Şimdi de ekolojik ve doğayla barışık bir şekilde ona hükmeden değil ona belki yardım eden bir konumda bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

Emrah Özgün

– Tarıma yönelik ilginizden önce tüketici olarak girdiğiniz bir arayış var sanırım.
– Emrah: Eğer sağlıklı bir beslenme tarzına ulaşabilirsek biz de sağlıklı oluruz. Şehirde sağlıklı gıdaya erişmek hiç kolay değil. Organik pazarlar var ama orası da ekonomik olarak daha üst kesimlere hitap ediyor. Herkesin erişebileceği temiz gıdayı nasıl örgütleyebiliriz gibi bir düşünceyle başladık. Beş sene önceydi, Homeros topluluğunun kuruluşuna katıldık. Hâlâ da devam ediyoruz. Orada kendi üreticilerimiz var, artık dostlarımız oldular. Gidiyoruz, ilk aşamada yerlerini görüyoruz, nasıl üretim yaptıklarını gözlüyoruz.

Tuğçe Eker

– Tuğçe: Aslında bir tüketici olarak ilk motivasyonunuz doğru beslenmek oluyor.Biraz daha bireysel, bencilce bir şey belki. Temiz besleneyim istiyorsunuz. Şehirde bunu belli marketlerden sağlayabilirsiniz ama bir gıda topluluğunda üretim sürecini denetleme şansınız var. Ayrıca bir tüketici olarak doğru üretim yapan üreticiyi maddi ve manevi olarak desteklemiş oluyorsunuz. O zincirde aslında önemli bir halkasınız ve sizin etkiniz çok büyük. Elinizdeki en büyük güç, en kontrol edebildiğiniz alan tüketim alışkanlıklarınız. Ben de bir tüketici olarak yaptığım seçimden sorumlu olduğunu düşünerek bir gıda topluluğuna dahil olmak istedim.

– Kentte yaşayan bir beyaz yakalı olmaktan köye ve tarımsal üretime geçiş nasıl oldu, zor mu?
– Seray: Bazı açılardan zor ama gerçekten istediğiniz bir şeyse o kadar zor gelmiyor.
– Emrah: Bence zor. Çünkü şehirden baktığında aslında hiçbir şey bilmiyorsun, çok güzel geliyor. Şahane, mis gibi, hadi gidelim yapalım gibi geliyor. Ama bir denemek, gerçekten isteyip istemediğini görmek lazım. Bir arazi alan, bir iki defa gelip ortadan kaybolan çok insanla karşılaşıyoruz.
– Tuğçe: Çocukluğum bağda bahçede geçmiş ama sonra hep şehirde yaşamışım. Doğayı hep çok sevdim ama şehirdeki her insan gibi bu doğa sevgisi biraz “çimlere basmayalım”, “yere çöp atmayalım” kıvamındaydı. Uzaktan daha farklı geliyor.

– Doğal yöntemlerle tarım yapmaya nasıl yöneldiniz?
– Serdar: Emrah’ın dediği gibi, başta bir yöntem olarak doğal tarım diye bir şey bilmiyorduk. Doğayı seven, gözleyen, kendimizi doğanın üstünde değil bir parçası olarak gören bir bakış açısıyla yaklaştık. Ama yapmaya çalıştığımız şeylerin çakıştığını, benzer uygulamaları yapmaya çalıştığımızı gördük.
– Tuğçe: Yaptığımız müdahaleler aslında doğayı taklit ederek yaptığımız şeyler. Süreci hızlandırmak için bu tür müdahaleler yapıyoruz, doğanın kendi döngüsünde var olmayan bir şeyi kullanarak değil.

Seray ve Serdar Beysülen

– Serdar: İncitici hiçbir iş yapmıyoruz mesela. Ne sürüyoruz ne zehir atıyoruz. Bütün zeytinlik tabanının tamamen kapanmasına çalışıyoruz. Bu doğal tarımın bir ilkesi. Dört beş yıldır sadece biçip bırakıyoruz. Bu toprağı daha nemli tutuyor. Boş kalan alanlara da biraz tohum desteği yaptık ve o alanlar şimdi dolmaya başladı. Toprağın işlenmesi gerekiyor, bu zaten doğal tarımın yadsıdığı bir şey değil. Bunu da en iyi bitki kökleri yapar. Buğday gibi, baklagil gibi ya da bazı tıbbi aromatik bitkiler. Burada doğal olarak çıkan bu tür bitkilerin çoğalmasını sağlamaya çalıştık.
Köylüler sadece zeytin ağacı kalsın istiyor. Bize “zeytinlikte meşe olmaz, zeytin başka ağaç sevmez, ot zeytinin suyunu alır.” diyorlar. Halbuki böyle bir şey mümkün değil. Bu monokültür yapı toprağı yoruyor. Binlerce dönümde tek tip ağaç, tek tip sebze yetiştirmek toprak için çok yıpratıcı. Çünkü bitkilerin hepsi farklı organik maddeler kullanıyor, bir sürü denge var ve bu denge toprak içinde kendi kendine oluşuyor.
– Seray: Aslında köylülerin geleneksel yöntemleri epey benziyor doğal tarıma. Orhanlı’da Doğa Okulu’nda anlatmışlardı. Eskiden böyle zeytinlikler yokmuş. Ormanın içinde diğer ağaçların arasında herkesin aşıladığı deliceler varmış. Develik zeytin dedikleri bir şey var, yani bir deve yükü iki koca çuvalı tek bir ağaçtan topluyorlarmış. Şu anda öyle bir verim hiçbir yerde yok.

– Serdar: Evet, geçmişte doğal tarım uygulamalarına benzer çok uygulama yapılıyormuş. Şimdiki zeytinlikler gibi değilmiş, sadece zeytin üretim alanı olarak kullanmamışlar. Seferihisar sığırı varmış mesela, daha bodur bir cinsmiş, şu anda yok maalesef, gelen kültür ırklarıyla karışmış gitmiş. Hem Seferihisar sığırı hem bölgeye özgü keçi türleri buralardaki otlarla besleniyormuş. Şimdi yoklar.
Bu monokültür alışkanlığı burayı da etkilemiş ama burası yine de bakir kalmış. Endüstriyel tarımın kolay uygulanacağı bir alan değil çünkü. O yüzden kadim üretim şekli iyi kötü son kuşağa kadar devam etmiş, ama son örnekleri artık. Bu köyde de kimyasal girdilere falan başlamışlar.
Yaşlılar anlatıyor, “eskiden bütün zeytinliklerin altında arpa yetiştirirdik, buğday yetiştirirdik, keçi gezerdi, sığırlar gezerdi” diye. O yüzden çok yüksek aşılıdır bu ağaçlar. “Öyle bir zeytin olurdu ki” diye anlatıyorlar, “zeytini toplamadan önce büyük kuş sürüleri gelirdi, bir ucu burada bir ucu Seferihisar’da. O zeytin bize de yeterdi, kuşlara da.”
Bir nesilde değişmiş fikir. Şimdi “zeytin çok az oluyor” diyorlar, “demek ki budamamız lazım”. Çünkü budayınca ağaç strese giriyor, daha çok zeytin veriyor. “Dibinde otlar çoğalmış, zeytinin suyunu çeker, temizlemek lazım” diyorlar, zehir atıyorlar.
– Emrah: Doğal tarım yöntemlerinin verimine karşı bir şüphe var ama kesinlikle yeterli. Fukuoka’nın kitabında dekar başına verdiği örnekler var, herhangi bir endüstriyel üretimden az değil, zaman zaman üzerine de çıkıyor. O yüzden aslında sürdürülebilirlik bakımından doğal tarıma geçiş yapılması gereken bir şey. Çünkü endüstriyel üretimde gittikçe verim kaybına uğruyorsunuz. O verim kaybını telafi etmek için daha fazla kimyasal vermeniz gerekiyor. Bu böyle devam ediyor. Siz toprağı ne kadar yorar, ne kadar çok toprağı öldürürseniz, dışardan o kadar çok kimyasal vermeniz gerekiyor. Sonu yok bunun. Toprağın canlılığını sürdürerek düzenli bir şekilde üretim yapabilmenin yolu var. Bu doğal tarım olabilir, permakültür olabilir, bir yere kadar organik olabilir. Temel amaç toprağı canlı tutmak, dışardan herhangi bir girdiye gerek kalmadan üretimini devam ettirmesini sağlamak.
– Serdar: Ama çok ters bir mantıkta ilerliyor şu anda. İnsanlar ne kadar çok müdahale edersek, ne kadar çok işlersek o kadar iyi olur diye düşünüyor. Aslında doğa tersini söylüyor, ne kadar kurcalarsan o kadar kötü oluyor. Doğayla uzlaşmamız, bir uzlaşma aramamız lazım. Bunu yapabilecek güçte ve bilgideyiz bence.
Doğayı gözlemlediğimiz zaman Fukuoka’nın dediği şeyi çok iyi kavrayabiliriz. Yeter ki bütün ön yargılardan kurtulup, herhangi bir şekilde hiyerarşik bakmadan doğayı gözlemlemeye çalışalım. Doğada bir üstünlük, bir zayıflık ya da bir zararlı, bir yararlı gözüyle bakmamamız gerekiyor. Oradan bakarsak doğaya en zararlı canlı insan. Doğadaki birçok şeyi yok eden biziz. Ama biz öyle dışardan ve üstten bakıyoruz ki bütün canlıları kendimize göre bir kategorizasyona tabi tutuyoruz. Bir sınıflandırma yapıyoruz. Kendimizde bazı canlıları zararlı diye tanımlama yetkisi görüyoruz. Oysa doğanın işleyişi bu şekilde değil. Bütünsel anlamda rekabetçi değil. Birlikte yaşamı dürtüleyen bir yaşam şekli var ekolojik hayatta.
En basit örnek, burada eskiden çok porsuk varmış. Şimdiyse neredeyse kalmamış. Ben gördüm bir tane, çok şanslıyım. Bu bal arılarını yiyen eşek arıları var ya, vespa deniyor. Porsuklar toprağı kazıp bunların yuvalarına ulaşıyor ve yiyebiliyor. Tavukları yiyor diye porsukları öldürmüşüz. Porsuk çok azaldığı için vespalar artmış. İklim değişiminden dolayı çiçek de azaldığı için bal arıları eskisi kadar güçlü koloniler oluşturamıyorlar. Vespalar bal arılarını tüketmeye başlıyor. Üç sene önce sayıları inanılmaz artmıştı, bizim 6 kovandan 5’i öldü. Hadi biz tecrübesiziz dedim, bir şeyi yanlış yapmış olabiliriz. Köylüyle de konuştum, yılların arıcılarında da aynı. 80 kovanının 60’ı ölen… 100 kovandan 30 tanesini kurtaran… Bu döngüde porsuğu zararlı görüp yok edersek, başka bir yıkım ortaya çıkıyor.

Dilerseniz söyleşiyi iki bölüm halinde podcast olarak da dinleyebilirsiniz;

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir