Bu ay Seferi Keçi Kültürevi’nde yaptığımız etkinlikte “Ecdadımız” kitabının yazarı Ragıp İncesağır’ı konuk ettik.
Ecdadımız kitabı bir süredir Kültürevi’mizin girişinde sergileniyor, Kooperatif Bakkalımıza girip çıkan herkes tarafından ilgiyle karşılanıyordu. Kuru fasulyede Ovacık’tan, çayda Hopa’dan başkasını tanımayan, illa da kooperatif ürünü tercih eden bir müşteri profilimiz olduğu için, ilk tepkiler çoğunlukla “bunun burada ne işi var” şeklindeydi. Nihayet yazar Ragıp İncesağır tatil için Seferihisar’a geldiğinde fırsatı kaçırmadık, “ecdatla falan ne işi var” anlatsın diye Kültürevi’mizde bir söyleşi düzenledik.
Söyleşiyi podcast olarak dinlemek için;
Söyleşiyi izlemek için;
– Bu ara bir ecdat yağmuru var. Televizyon dizileri bir yandan, fesli tarihçiler bir yandan, cumhurbaşkanı bir yandan, üstümüze ecdat boca ediyorlar. Siz de mi bu dalgaya kapıldınız, ne işiniz var ecdatla?
– Önce şunu söyleyeyim. Ne kadar boca ederlerse etsinler, ecdat deyince gençlerin aklına gelen ilk şey bir küfür. Bir televizyon kanalı için kitapla ilgili sokak röportajları yaptılar. Daha çok gençlere olmak üzere “Ecdat sizin için ne ifade ediyor?” diye sormuşlar. Çoğu cevap “küfür” olmuş. Ecdat ile ilgili en çok duydukları şey o çünkü.
Diyalektik bir tepki doğuruyor aslında iktidarın böyle ecdat boca etmesi. Bunu reddetmek bir otomatik reflekse dönüşmüş durumda. Ama şunu unutmamak lazım, ecdat aslında bir seçim. Bu kitabın tezi de bu. Yani gerçekten bir ecdat var, biz o tanıma mecburuz, o ecdadı seveceğiz ya da sevmeyeceğiz diye bir şey yok. Hemen hemen bütün milliyetçi muhafazakâr iktidarlar bir ecdat tanımıyla geliyorlar. Topluma bir ecdat servisi yapıyorlar. Geçmişte yaşayan insanların bir kısmını seçiyorlar ve “ecdadınız bunlar” diye bizim önümüze koyuyorlar. Kim bunlar; padişahlar, hakanlar, kağanlar, hani biraz daha paşalar, komutanlar… Tıpkı reenkarnasyona inananların “ben geçmişte Kleopatra’ymışım, Sezar’mışım” demesi gibi. Hiç kimse “ben bir köleymişim” diye gelmez. İnsanlar geçmişle böyle bir bağlantı kurmak istiyorlar.
Ama işin aslı öyle değil. Geçmişte sadece padişahlar, hanedanlar, krallar, imparatorlar yaşamıyordu. Takdir edersiniz ki onlardan çok daha kalabalık bir de halk vardı. Madem iktidarlar bir seçim yapıp bizim önümüze servis ediyorlar, biz de kendi seçimimizi yapabiliriz. Bu kitabın temel tezi bu.
Yüz yıl sonra tarih yazarlarının Türkiye’yi anlatırken ecdadımız olarak Tayyip Erdoğan’dan başkasından bahsetmediklerini gözünüzün önüne getirin. İşte bizim önümüze ecdat diye getirilenler geçmişin Tayyip Erdoğan’larıdır. Direnenlerin tarihi tarihten sayılmıyor maalesef ve bu tuzağa biz de düşüyoruz. Biz derken daha açık tarif edeyim. Sol, sosyalistler, muhalifler ecdat deyince ne yapayım ben ecdadı diyorlar, geçmişe çok sınırlı bakıyorlar.
– Muhalifler için bir ecdad tercihi sunuyor o halde kitabınız da…
Çok değerli çalışmalarla önümüze gelen ve görmezden gelemediğimiz bazı isimler var mesela. Aleviler sayesinde gelmiş Pir Sultan’lar mesela. Ya da sağ olsun Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedrettin Destanı” sayesinde bilip öğrendiğimiz Şeyh Bedrettin…
Bu çabalar çok değerli ama çok sınırlı. Onlar sayesinde birkaç ismi biliyoruz. Açıkçası ben de bu meselenin peşine düşmeden önce Şeyh Bedrettin’i şiir kadar biliyordum yani. Ama bir şey itiraf edeyim. Kendime 14 yaşımdan beri Marksist diyorum. O yaşlardan itibaren mesela Thomas Müntzer’i biliyordum Engels bahsetti diye. Bence sıkıntı biraz burada.
Bunların dışında yeni kişilikleri ayıklamak için tarihe baktığınızda ilk dikkatinizi çeken ne oldu?
Bu meseleye girdiğimde ilk fark ettiğim şey şu tabii, ecdat cinsiyetçi bir kavram. Önce bunu bir kenara yazmak lazım. Çünkü ced kökünden geliyor, ecdat atalar demek. Analardan pek bahsedilmez geçmişe bakıldığında. Yani, geçmişte kadın neredeyse yok gibidir. Bu sadece bizde böyle değil. Dünya tarih metodolojisinde de böyle. Dolayısıyla bu büyük haksızlığı bir kenara yazalım.
Temelde dikkatimi çeken şey ise bir sürekliliğin varlığı. Geçmişe bakmanın neden önemi var? Hep söyleriz, geçmişi olmayanın geleceği olmaz diye. Bu beylik bir laf ama yanlış da değil. Esas itibariyle önemli olan ise bir sürekliliğin varlığı. Bu süreklilik beni büyülüyor. Bunun farkında olduğumuzda, ister adına demokrasi mücadelesi deyin ister özgürlük mücadelesi deyin, bugün yapmaya çalıştığınızın sadece bugünü ilgilendiren, bugünden kaynaklanan bir hareket olmadığını, aslında çok köklü, derin ve ilham verici bir tarihten geldiğini görüyoruz. Kitapta da bunu hissettirmeye çalışıyorum. Kitabın ana derdi bu.
Süreklilik derken neyi kastediyorum? Şöyle örnekler vereyim. Bergama köylüleri yıllar önce altın madenine karşı bir direniş başlattıklarında simgesel olarak ne yaptılar hatırlıyor musunuz, kafalarını kazıttılar. Kafalarını kazıttılar, üstleri çıplak şekilde eylemler yaptılar, hatta Hopdediks diyorlardı bu eylemlerin önde gelen karakterlerinden birine. Bin sene öncesine gidelim, Kalenderilere. Börklüce’yi de dahil edelim daha sonrası için, o da bir Kalenderi’dir. Bu dervişler de kafalarını kazıtırlar ve çıplak dolaşırlar. Kurulu düzene isyanın bir simgesi olmuş bu.
Kadıncık Ana’yla ilgili araştırma yaparken fark ettiğim bir örnek daha vereyim. Kadıncık Ana’nın gücü ve yol açıcı bir önder olması hem evrensel olarak hem de Türklerde anaerkil dönemi çağrıştırıyor. Bununla ilgili araştırmalar yaparken Bursa’nın Kestel ilçesine bağlı Kozluören köyündeki bir adete rastladım. Köylüler kökenini şöyle açıklıyorlar. 600 sene önce orada Abdal Mehmet diye bir derviş yaşarmış. Gerçekten doğru, Horasan’dan gelip Bursa’ya yerleşmiş, hâlâ orada türbesi olan Abdal Mehmet diye bir derviş var. Abdal Mehmet’in eşi bir gün isyan etmiş, demiş ki “ne olacak bu kadınların hâli, hep erkeklerin sözü geçiyor, hiç mi kadınların sözü geçmeyecek?”. Hikâyenin bu kısmı bir kurgu olabilir tabii. Ama o günden sonra bu köyde her yıl bir gün erkekler köyün dışına çıkartılıyor. Muhtar bir kadın oluyor, dikkatinizi çekerim imam bir kadın oluyor, bütün yönetimi kadınlar devralıyor. Erkeklerin tek görevi o gün köyün dışında kazanlarla kadınlara pilav hazırlamak etli pilav hazırlamak başka görevleri yok.
Devam ediyor mu hala bu?
– Evet, 600 yıldır devam ediyor. Bu süreklilik muhteşem bir şey. 21. yüzyılın ortasında çok modern ve köksüz bir mücadelenin ortasındaymış gibi hissederken bir anda bunları aklınıza getirin. Yani bugün süren mücadeleler yeni başlamış değil. Defalarca yenilmiş hatta neredeyse hep yenilmiş ama her yenildiğinde hayat bir adım daha ileriye gitmiş.
Toplumsal şartlar değişmiş ama, sürekliliğin temelinde ne var sizce?
Bu mücadelenin adını ben onur mücadelesi diyorum. Doğru, sınıflar vardır, sınıf çıkarları vardır. Biri sömürmek, öbürü de sömürülmemek ister. Dolayısıyla bu iki çıkar çatışır. Ama çıkar kavramını bu kadar kuru, mekanik ve sadece maddi çıkara indirgeyen bir şey olmaktan çıkarmak lazım diyor artık felsefeciler. Diyorlar ki, insanları isyana yönelten motivasyon, maddi çıkardan ya da “bıçak kemiğe dayandı artık daha fazla dayanamayız” noktasından ziyade onur mücadelesi.
Size bir tane örnek vereyim, Baba Zünnun ayaklanması var. Anadolu’da 16. yüzyıl boyunca ardı arkası kesilmeyen isyan dalgalarından bir tanesi. Yangın yerine çevirmiştir Anadolu’yu. Hikâye şöyle başlamıştır; köye bir mültezim, yani Osmanlı’nın vergi tahsildarı gelir. Köylünün baba diye, dede diye baktığı Baba Zünnun diye bir adam “yok” der, “bu kadar istiyorsun ama veremeyiz”. Mültezim de sakalını tutar ve keser. İşte o sakalın kesilmesi, bütün Anadolu’yu yangın yerine çeviren bir isyanın kıvılcımı olur.
Bu onur kavramını çok önemsiyorum, bu onur mücadelesinin argümanlarını Hallac-ı Mansur’da En-el Hak’ta da görüyorum. Çünkü insanı kul olduğu yerden tutup kaldıran bir şeydir bu. Hayır, ben köle değilim, insanım çünkü ben Tanrı’yım. Bu kadar basit.
Üstelik bu süreklilik sadece baskıya, zora, yoksulluğa karşı isyanda değil. Evet bunlar olmuş ama bir de gelecek tahayyülü kurmuşlar. Zannediyoruz ki tarihte ilk defa bir gelecek tahayyülü modern sosyalizm fikriyle doğdu. Öyle değil. Babailer Anadolu’ya girdiklerinde zaten ceplerinde bir ütopya vardı. “Rıza Şehri” kuracaklardı. “Rıza Şehri” daha önceden tahayyül edilmemiş bir şeydi. Ama bir geçmişi yok mu, tabii ki var. 800’lü yıllarda Karmati’lerin şehirleri var. Zenc isyanının Basra’da kurduğu Muhtare var. Üstelik adı da çok güzel, Muhtare. Özerk demek. Bunlardan devralınmış, üst üste konmuş bir gelecek idealinden bahsediyoruz. 200-250 yıl sonra Anadolu’ya gelen dervişlerin kafalarında da “biz bir şehir kuracağız ve adı Rıza Şehri olacak” diye bir düşünce. Çünkü orada herkes kendi iradesiyle, rızasıyla yaşayacak, çalışacak…
“Neredeyse hep yenilmiş” dediniz ya az önce, arabesk bir soru olacak ama belki, hep yenilmeye mahkûm muyuz?
Ajitasyona girmeden samimi fikrimi söyleyeyim, evet mahkûmuz. Bir yandan, Nazım’ın dediği gibi bir şeyle uğraşıyoruz. Şiiri bilirsiniz, “İktisadi, tarihi, içtimai şartların / zaruri neticesi bu / deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. / Ama bu yürek / o bu dilden anlamaz pek.” Bazı hedefler nesnel şartlar gereği çok ileriye konabilir. Ama onun için gidersiniz ve bu yolda ayağınız takılır, ölürsünüz. Başka birisi kalkar tekrar oraya gitmeye çalışır. Çünkü o hedef, o ideal oradadır. Bir kere bunu bilelim, orada bir şey var ve insanlar ona gidecek. Belki insanlık ona giderken her seferinde o şey biraz daha öteye kaçacak. Bu yazdığım insanların hemen hemen hepsi yenilmiş. Ama şöyle düşünmeyi tercih ediyorum, yenilenlerin isimleri onurla ve pırıl pırıl parlayarak, bu toplumun hemen hemen herkesin hafızasında. Yenenlerin isimlerinin ise hiçbirini bilmiyoruz. Evet yeniliyoruz belki yine yenileceğiz ama karıncanın hikayesi gibi, bir yere giderken yenileceğiz. Ziya Paşa’nın şiiri miydi o, “Galiptir bu yolda mağlup” diyor. Ben de buna inanıyorum.
Tekrar bu isyanların ütopyalarına, gelecek hedeflerine dönelim mi? Bunun sürekliliği ne kadar geçmişe uzanıyor?
Çok gerilere gidiyor, benim kendi adıma büyülendiğim şey de işte bu süreklilik, sadece direnişlerde değil ütopyalarda da bu sürekliliğin izini sürebilirsiniz. Bergama’da altın madeni direnişlerinden bahsettik, Kalenderilere gittik ya… Ondan da 1000 yıl öncesine gidelim, Bergama’da Aristonikos diye bir adam var. Kısaca anlatayım, Bergama Krallığı sadece Bergama bölgesinde egemen değil. Anamur’dan Sinop’a doğru bir hat çekin, o hattın batısına, neredeyse bütün batı Anadolu’ya hâkim. Bergama Kralı Attalos zalim bir hükümdar. Ölüyor ve vasiyetinde bütün krallığı Roma İmparatorluğu’na hediye ediyor. Gelsin Roma yönetsin diyor. Romalı generaller Bergama’ya el koymak için toplanıyorlar ama bir adam çıkıyor, Aristonikos ve diyor ki, krallık benim hakkım. Kendisinin Attalos’un babasının bir seks işçisinden gayrimeşru çocuğu olduğunu, yani Attalos’un üvey kardeşi olduğunu iddia ediyor. Başlangıçta çok destek görmüyor, yeniliyor ve Ege’nin iç tarafına, Kütahya-Manisa bölgesine doğru çekiliyor.
Orada çok garip bir şey oluyor, bölgedeki bütün köleler akın akın Bergama’yı, Foça’yı, Efes’i bırakıp Aristonikos’a katılmaya gidiyorlar. Önce köleler sonra da topraksız köylüler katılmaya başlıyor. Daha ilginç bir şey oluyor bu arada. Roma’da Pleb hareketinin liderleri öldürülüyor ve onların akıl hocası Blossius diye bir adam İtalya’dan kaçıyor ve Aristonikos’un yanına geliyor. Bu adam bir filozof, zamanın ünlü bir filozofu. Aristonikos için bir anayasa yazıyor, Heliopolis diye bir şehir ütopyası. Güneş Ülkesi, Güneş Şehri demek. Bu şehirde köle yok, topraksız insan yok, kadın ve erkek eşit. Demokrasi de yok çünkü demokraside zenginler ve yoksullar olması gerekiyor. İzonomi dedikleri bir şey var, tam eşitlik söylemini savunuyorlar. Heliopolis dünyanın bilinen ilk ütopyası ve bu topraklarda, Bergama’da doğdu. Çok büyük bir köle ve yoksul isyanına temel oldu. Akın akın Anadolulu insanlar Aristonikos’a katıldılar. Aristonikos defalarca kazandı ama en sonunda Roma İmparatorluğu her yerden topladığı devasa bir orduyla Anadolu’ya geldi ve Aristonikos’u yendi.
Manisa’dan Efes’e kadar uzanan bu bölge çok önemli. Özgürlük fikrinin ve bunun için mücadelenin hiç ölmediği bir yer. Ve bir süreklilik içinde devam ediyor.
Hıristiyanlığın isyankâr kilisesi Montanist Kiliseyi görüyorsunuz daha sonra bu bölgede. Roma 300 yıl Hıristiyanlıkla uğraşıyor. Sonra İznik Konsilinde yüzlerce değişik Hıristiyanlık yorumunu dört İncil’e indirip muhalif olabilecek bütün kavramları ayıklayarak devlet dini haline getiriyor. Buna en güçlü direnen kilisedir Montanist Kilise. Köklerini kendi pagan inançlarından alır. Montanist Kilisenin kurucusu kadın ve iki tane daha kadın peygamberi var. Bölgedeki bütün kadınları örgütlemişler. Biliyorsunuz Kibele kültü Anadoluludur ve esasen iç Egelidir. Kibele kültüründen gelen bütün o eski pagan adetleri yaşatıyorlar. Bizans’ın baskıcı ve resmi dinine karşı kadın özgürlükçü köle karşıtı bir din öneriyorlar.
– Bu süreklilik Bedreddin’e kadar uzanıyor o halde…
Evet. Ve sonra Bedreddin… Aynı bölgede aynı idealler için gelişen bir başka isyan. Bedrettin hikâyesinin de bu süreklilikle bağlantısı var.
Bedreddin Simavna Kadısının oğlu. Babası İsrail Bey Simavna kalesini alıyor ve Bizans kale komutanını özgür bırakıp sonradan adı Melek Hanım olacak kızıyla evleniyor. Melek Hanım ve babası, Zealotlar denilen Selanikli halk isyancılarından. Bedreddin’in düşünce dünyasının kaynaklarından birisi de bu bence.
Bir de Plethon diye biri var. Sarayda eğitim almak için Edirne’ye gönderilen Bedreddin’in tanışmış olabileceği birisi de Gemistos Plethon. Edirne’de Osmanlı Sarayında hizmet veren bir Rum din adamı. Osmanlı şimdilerde anlatıldığı gibi sadece İslam ile yönetilen bir yapı değil. Tebaanın önemli bir kısmı Hıristiyan ve Hıristiyanlara yönelik din hizmeti de veriliyor Osmanlı Sarayı’nda.
Size Plethon’un kitabından bir bölüm aktaracağım şimdi: “Bundan sonraki önerim, bütün toprağın toprak üzerinde yaşayan herkesin ortak mülkiyetinde olması ve hiç kimsenin onun kendi özel mülkiyeti olduğunu iddia edememesidir. Her kim ne isterse alıp tahıl ekmeli, ev kurmalı ve dilediği, üstesinden gelebildiği kadar toprak sürmelidir. Herkesin emeğinin eşit ölçüde kullanılması mümkün olursa bütün toprak işlenebilecek ve ürün verecek ve işlenmemiş toprak da kalmayacaktır.” Bedreddin’in düşünce dünyasında bir kaynak da bu olmalı.
Sonrasında medrese eğitimi, Mısır’da Şeyh Ahlati ile tanışma ve ondan etkilenme, tekrar Anadolu’ya dönüş ve Börlüce ve Torlak’la tanışma, Börklüce’yle birlikte Sakız Adası’nda Hıristiyan keşişlerle buluşma, uzun süren bir inziva, Musa Çelebi’nin kazaskerliği ve sonunda Börklüce’yle birlikte isyan…
Bu isyanda da bir ütopya var. Bunu öğrencilerine anlatmış, onlar da Varidat’ta aktarmışlar. Plethon’un ütopyasıyla aynı: “Bütün insanlar eşittir. Arazi ve mallar toplumda eşitçe paylaşılmalıdır. Servet ve tarım ürünleri herkesin ortak hakkıdır. Birinin servet toplamasıyla diğerinin ekmeğe bile muhtaç kalması tanrının amacına aykırıdır. Kadınlar dışında -burada bir parantez açalım, kadınlar mal olarak değerlendirilmemelidir yorumu var bence- dünyadaki her şey ortak olmalıdır. Ay ve güneş herkesin kandilidir, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur, ekmek neden herkesin ekmeği değildir? İnsanların bazısı bazısına, bir kısmı gümüş ve altına, bir kısmı da yenilecek ve içilecek şeylere tapıyorlar da Allah’a ibadet etmekte olduklarını zannediyorlar. Bütün ibadetler ahlakın düzeltilmesi ve insanın içinin arıtılması içindir, ne türlü yapılırsa yapılsın tanrının isteğine uygundur.”
Yani Aristonikos’un Güneş Ülkesi’nden o günlere uzanan, sadece isyanda değil ütopyada da izleri sürülen bir süreklilik bu.
Bir cevap yazın