Kırsalda yaşam, kentte yaşama karşı

Arazide yeterince gözlem yapmıştık. Güneş nerden doğuyor, nerden batıyor, mevsimsel etkiler, hâkim rüzgâr yönleri, arazi içindeki öğeler, eğimler, tepeler ve verimlilik, hepsine kafa yormuştuk. Permakültür tasarımlarına, mimariye çalışmıştık, arazideki yerel bitkilerin kataloğunu çıkarmıştık. Çevrede yaşayan, beslenen veya araziden gelip geçen yaban hayvanları ile tanışmıştık. Peki artık köyde kendi kendimize yeteceğimiz ve kendi yağımızda kavrulabileceğimiz bir hayata kavuşabilecek miydik?

Bu “kahraman bakkal süpermarkete karşı” gibi kaybetmeli kazanmalı bir rekabet değil. Her yönden çetrefilli bir karşılaşma. Son 20 yılda ağır göçe maruz kalan büyük şehirler, eskisi gibi sınırları belirgin merkezler değiller. Köyler ve küçük yerleşim yerleri de aklımızda kalmış eski kırsal tanımını içinde barındırmıyor. Türkiye’de artık köy ve kent nüfusunun niteliklerinin birbirinden ayrılmasına yol açan alt yapı, ulaşım, iletişim gibi konularda eski yokluk veya aksaklıklar da yok. Bu konu ile ilgili İlhan Tekeli hoca, kent ve kırda yaşayanların davranış kalıplarında rasyonel bir farklılık kalmadığını, bunun yanı sıra, kırdaki iş faaliyetlerinin çeşitlenmesi ile faaliyet açısından da, yerleşim yerlerindeki farkın anlamını yitirdiğini ve kent ve kır arasında artık bir ayrım çizgisinin kalmadığını belirtiyor.(1)
Yani günümüzde tası, tarağı toplayıp kırsala yerleşmek çok da cesaret gerektiren bir iş değil. Elbette cep telefonunun kapsama alanı dışında olduğu, elektrik ve suyun gitmediği yerler de var. Ama oralara yerleşmek için bile, bir yola ihtiyacınız olacak. Ne de olsa bir ev yapıp, eşyalarınızı taşıyacaksınız. Tabii elbette şanslıysanız ve bir su kaynağınız varsa, o suyu çıkarmak için pompaya, pompayı çalıştırmak için de elektriğe ihtiyacınız olacak. Bu arada sütünüzün, peynirinizin bozulmaması için bir buzdolabına ihtiyacınız olacak. Liste uzayıp gider. Kabul edelim, artık yanımıza medeniyetimizi almadan, şuradan şuraya adım atmıyoruz.


Maceralar, maceralar

Ben şehirde doğup büyüdüm. Dört tarafı Balkan göçmeni bir aileden geliyorum, alayımız okumuş memurdur. Geçim sebebi ile dedelerim bile şehirlerde yaşardı, arada ziyaret ettiğimiz bir köyümüz bile yoktu. Ancak bir hayalimiz vardı. Büyük bir istekle ve hevesle “şehirden kurtulduk” diye tef çala çala, köye yerleştik. O kadar istekliydik ki, seneler boyunca dersimizi çalışmış, teoriğimizi güçlendirmiştik. Hem de kırsal hayatın eski zorluklarının olmamasına güveniyorduk.
Arazide yeterince gözlem yapmıştık. Güneş nerden doğuyor, nerden batıyor, mevsimsel etkiler, hâkim rüzgâr yönleri, arazi içindeki öğeler, eğimler, tepeler ve verimlilik, hepsine kafa yormuştuk. Permakültür tasarımlarına, mimariye çalışmıştık, arazideki yerel bitkilerin kataloğunu çıkarmıştık. Çevrede yaşayan, beslenen veya araziden gelip geçen yaban hayvanları ile tanışmıştık. Kaplumbağaların sevdiği yerleri, bukalemunların ağaçlarını öğrenmiştik. Sincapların ahlat peşine saat kaçta koşmaya başlayacağını biliyorduk. Tilkiyi, tavşanı, sansarı görmüş veya dışkısından teşhis etmiştik. Hatta belki çizgili sırtlanı gözle görmüş bile olabiliriz, ama bilen birinden bir türlü teyit edemedik. Peki artık köyde kendi kendimize yeteceğimiz ve kendi yağımızda kavrulabileceğimiz bir hayata kavuşabilecek miydik? Tecrübe eksikliğimiz elbette bilinmeyen bir yoldu.
Heyhat o nasıl kıştı! Eve giden stabilize yol üzerindeki minik köprü, dere taşması sonucu üç kere yıkıldı. İklimsel anomalilerin artmasından haberdar olsak da, insan doğanın gücü ile karşılaştığında, cılız bir bedeni olduğunu daha iyi anlıyor. Köprünün ilk yıkılmasında Seferihisar’a yıllık düşen yağmurun üçte birinin, bir gecede yağabileceğini hesaplayamadığımızdan, araba da dış tarafta değildi. Sırtımızda Kocadağ, bildiğin mahsur kalmıştık. Son yıllarda, hiç iki gün elektriksiz kaldınız mı? Elimizde telefonların, kucaklarda bilgisayarların pilleri dayanamadı. Ama arazi girişindeki 200 metrelik hafif eğimli yolumuz ağır yağmurdan ortadan ikiye yarılırken, ne yalan söyleyeyim, çağlayarak akan yağmur sularını seyretmek pek zevkliydi.
Evde yeterince erzak, yakacak odun tutmayı hesaplıyorduk ama “yeterince” ne miktardır muğlaklığı netleşti. Ortalama yıllık sıcaklık, rüzgâr ve yağış miktarlarının nasıl da değişebileceğini de öğrendik. Mesela bu sene alabildiğine kurak gidiyoruz. Mevsim anomalilerinin her sene, önceki seneye göre %100 arttığını biliyorduk, teyit ettik.
Toprağın meyilli bölgelerde içerdiği organik maddeyi kolayca yitirdiğini, bizim toprağın ise alabildiğine kil içerdiğini öğrendik. Bunun üzerine onarıcı olmak için, toprak yapmaya başladım. Doğanın usul usul yaptığı bereketi, 28 günde sıcak kompost ile yapabildiğimi öğrendim. Sıcak kompost için, karbon ve azot içerikleri belirli oranlarda ve miktarda karıştırıp, yine belirli bir oranda nemlendirerek bir yığın yapılır. Ama istenen dekompozisyon için havalandırma şarttır. Bu sebeple elimde yaba ile her gün yığını içten dışa karıştırırken, dirseğimde başlayan şiddetli ağrı arttı da arttı. Bir gün, kibarca iki parmağımla tuttuğum Türk kahvesi fincanı, sanki ağırlığı yedi kilogramlık bir portakal filesi gibi ağır gelip, elim titreyince doktora gittim. Tenisçi dirseği dediler. Asortik isimli bu hastalık, genelde eli ve kolu ile tekrarlı iş yapan ustalarda ve temizlikperver hanımlarımızda çok rastlanılan, çalışkan halkımızın hastalığıymış. Onu da öğrendik.
Ha babam bir yerlere yetişen insanların yaşadığı şehrin keşmekeşinden, köye yerleşerek kurtulmuştuk. Ama insan sosyal yaratık. Eş dost görmek, iş güç halletmek, çarşıya pazara gitmek için, gittiğimiz yol uzamıştı. Ulaşımda karbon ayak izimizi azalttığımızdan söz edecek halde değildik pek. Sanki biraz artmıştı da. Otobüse yönelmedim de değil. Ama az nüfus yüzünden, otobüslerin saatleri o kadar nadir ki…
Nerde kalmıştık? Kendimize yetecektik, evet. Aslında kendi kendine yeten bir sistem yaratarak, tüm ihtiyaçlarımızı karşılayamayacağımızın farkındaydık. Buğday için arazimiz eğimliydi, hadi maceraya girdik diyelim, orakla hasat yapacak iş gücü, muhtemelen bulamayacaktık. Kendimizi kandırmayalım, yün hiçbir zaman eğiremeyecek, ayakkabılarımızı her zaman satın almak zorunda kalacaktık. Birbirine bağlı, işbirliği içerisinde bir yaşam kaçınılmazdı. Üstelik medeniyetle göbek bağımızı kurmak için, ister istemez doğaya, bir sürü plastik, metal, yakıt taşıyorduk. Üstüne bunları kırsala taşımak lojistik açıdan pahalıydı da.
Çamaşır ve bulaşık makinemizden vazgeçmedik, yola ihtiyacımız var, araba kullanıyoruz. Altyapıyı kurmak pahalı. Bunlar kırsalın olumsuzlukları. En önemlisi de, yaşamımızla bu doğaya taşıdığımız malzeme ve tüketimlerimizi kendi içerisinde bir döngüye sokmalıydık. Doğaya bir yük olmaya ve onu yok etmeye değil, beraberce yaşamaya, belki hoşuna gidebilecek katkılarda bulunmaya gelmiştik. Üstelik doğa öyle saf salak değildir. Kendinize kısa vadeli bir verim için, uyanıklık edip, bir tarım ilacıyla öldürdüğünüz, -insanoğlu tanımı ile- “zararlı” olan tür için, daha güçlüsünü karşınıza çıkarır. Üstüne doğa o zehri, meyvelerinin embriyolarına özenle yerleştirip size geri verir.
Permakültür her ne kadar sadece bahçecilikle ilgiliymiş gibi anlaşılsa da, aslında çok daha fazlasıdır. Bunu yaşarken daha iyi tecrübe ettim. Bahçede yerleşimleri birbiri ile etkileşen, birden çok fonksiyona hizmet eden öğeler olarak düşünmeye çalıştık. Kümesi her gün ziyaret edeceğimiz için evin yakınına inşa ettik, evimizi tüm konu komşunun ısrar, garipseme ve tembihlerine rağmen, rüzgarlı tepeye yapmadık. Tepeye ev yapmak, aynı ısıtma eforu ile 1-2 derece daha soğuk, her zaman eli dolu çıkılıp, boş inilecek bir evdi. Ayrıca bu dirsek ağrısının da desteklediği gibi, en küçük değişiklikle büyük etkiler yaratarak bir sinerji oluşturmak yapılacak en uzun vadeli ve verimli iş olacaktı. Böylece ilk olarak yaptığım iş, paketli tüketimlerimizi azaltıp, organik çöpü toprak ve gübre haline getirecek sistemler kurmak oldu. Zira ilk girişimlerimizde ektiğimiz 10’dan fazla incir ağacı tutmamıştı. Atıklarla organik madde üretecek, toprağın erozyona uğramaması için önlem alıp onarıcı olacak ve bereketimizi arttıracaktık. Aslında köy, şehir ayırt etmeden tüm insanoğlunun yapması gerektiği gibi, çöpe taşıyacağımız atıklarımız da daha aza inecekti. Öğrendiğimiz diğer şey de buydu. Aslında bu yaptığımız, kırsala has bir yaşam değil, şehirde de yapılması gereken yaşam şekliydi. Hızla tükenen kaynakları maksimize edip, atıklarımızı minimize ettiğimiz bir ekonomi oluşturmazsak insanoğlunun da, dünyanın da işi çok zor olacak.
Kırsalın doyasıya olumlu taraflarına gelince… Yediğimiz, içtiğimiz tazecik, yoğurdumuzu kuruyor, fermente sirkemizden turşu yapıyoruz. Meyvelerimizi, sebzelerimizi kuruttuk, salçamızı yaptık. İsraf etmiyor, bundan tatmin duyuyoruz. Evdeki pencereden dışarı baktığımda, sanki duvara bir tablo asmışım ve ona bakıyorum hissini aşmam altı ayımı aldı. Zeytin ağacı renginin her mevsim değişimi, içimi gıcıklandırıyor. Tüm kültür lavantalarının kokusu kolpaymış, karabaş kokusu en pahalı parfümden bile güzel. Gecenin karanlığında yıldızlar ve ayı her gece görmek mest edici, insan gökyüzüne yaklaşıyor, astrolojiye de ufaktan ilgi duymaya başlıyor. Bahçemizde sayısı 70’i aşkın bitki çeşidi var, hepsini tek yıllık, çok yıllık, her mevsim ziyaret ediyorum. Hayat şartları ne kadar zorlaşsa da, bazı şeyler yolunda gitmese de, dışarıda duran ağaçlara bakıyorum, onlar yerindeyse, hele üzerlerine kuş konmuş, neşeli kur şarkıları söylüyorsa, her şey yolunda diyor, şükrediyorum.


Şehirler o kadar kötü mü?

Bizi kırda hayata sürükleyen, işlerimizle ilgili gelişmeler ve çokça içten gelen isteğimizdi. Belki de Jethro Tull şarkısında dediği gibi, belki de Rock’n Roll için çok yaşlı, ölmek için çok genç yaşlarımıza geldiğimizden.(2) 🙂
Ama insan ekosistemi haline gelmiş kentlerde, kırsala göre geçinip, barınmak çok daha kolay. Birincisi alt yapı, internet, su, elektrik gibi hizmetler çok ucuz. İnsan ilkin idrak edemiyor ama toplu taşıma, bisiklet, yürüme avantajları ile kişi başına düşen karbon ayak izi, kır yaşamına göre daha düşük. Kaliteli ve ucuz sağlık ve eğitim hizmetlerine yakınlık, geçim kaynağı çokluğu cabası. En önemlisi kentler, sosyal, sanatsal ve ekonomik yeniliklerin türeyeceği ortamlar sağlarken, fikirlerin yayıldığı bir ilişkiler ve kararlar merkezi aynı zamanda.
Ama “Kentler çok piiiis!!!” derseniz, size hemen geçen kış taşan deremizin taşıdığı torba sayısı, akla ziyandı demek isterim. Duyduğum dedikodulardan biri de, akan dereye çöplerini atanlar, kendi komşularımızdan başkası değilmiş. Ayrıca kömürle ısınan komşu köyde soğuk kış günleri, hele rüzgar yoksa, çanak şeklindeki konumu yüzünden göz gözü görmez oluyor. Boğaz yakıcı bir dumanla boğuluyor minik köy.
Şehirlerin ve yerleşim yerlerini bekleyen ve bizim de ısrarla planlama yaparken uzmanlaşmayıp zorlanmayı tercih ettiğimiz asıl konu: Nüfus. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından hazırlanan “Dünya Nüfus Beklentisi” başlıklı rapora göre: şu an yaklaşık 7,7 milyar olan dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyor ve ekonomik sebeplerle 2030 yılında her 3 kişiden 1’i şehirlerde yaşıyor olacak. 2050 yılında ise toplam dünya nüfusu, iki milyar artarak 9,7 milyara yükselecek. Allah korusun denilecek cinsten olağanüstü olaylar olmazsa, dünya nüfusunun, içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda 11 milyar olacağı öngörüsünde bulunuluyor. Bu veriler vay halimize dedirtmiyor değil. Artık yaşlanıyor, eskisi gibi erken ölmüyoruz, bebek ölümlerini engelliyoruz ve işleri makinelere yaptırıyoruz. Üstelik tarım ürünlerindeki üretim artışı ile nüfus artışı pek yarışacak durumda değil.
Şehirlerin plansızlığı, bol bina, az yeşil alan, büyük israf ve kirlilik getiriyor. Ama yaşadığımız yer çoğu zaman nerede doyduğumuz oluyor.

Hayat bir keşif yolculuğu

Kırsalda yaşama başlayıp, elime arazide yapılacak uzun mu uzun iş listesi ve maliyeti aldığımda biraz afallamıştım . Ama çok kısa sürede her değişimin zamana ihtiyacı olduğunu doğa bana nazikçe öğretti. Biliyorum ki, ömrüm zeytin ağacı kadar uzun değil. Yapılacaklar listesi aslında benim hayat yolculuğum. Pek bayıldığım yazar Proust şöyle demiş, “Gerçek keşif yolculuğu yeni yerler aramakla değil, yeni gözlerle bakmakla olur.” Belki gerçek soru, kırda yaşam mı, kentte yaşam mı değildir.

DİPNOTLAR
1. İlhan Tekeli, İzmir İli/Kenti için bir Tarımsal Gelişme ve Yerleşme Stratejisi, Akdeniz Akademisi
2. “Too old to Rock’n Roll, Too young to die”, Jethro Tull, 1976. Meraklıya not: Jethro Tull Solisti ve şarkının yazarı, Ian Anderson aslında rock’n roll için hiçbir zaman yaşlı olunmayacağını röportajlarında belirtmiş, enseyi karartmayın.