Taşa can veren bir ermiş: Cahit Koççoban

Kapısını açıp içeriye baktığınız anda, size destursuz giremeyeceğinizi hissettiren mekânlar vardır. Kendi havası, kokusu, ruhu olan mekânlar. Şöyle derin bir nefes çekip içeri adım attığınızda ise bir parçası olursunuz birdenbire. Mekân sizi kendine katmıştır. Size düşen kendinizi bırakmaktır.

 

Heykeltıraş Cahit Koççoban’ın, Seferihisar’ın Cahit hocasının atölyesindeyiz. Duvarlarda rölyefler, karakalem çizimler, taslaklar, eski fotoğraflar; sağlı sollu heykeller, maketler. Köşede, şömine desem çok süslü kaçar, derme çatma bir ocak. Tahta sıralara ilişip sohbet ediyoruz.
Kendisiyle daha önce tanışmış olmalısınız. Sivas’ın Banaz köyünde sazını göğe uzatmış Pir Sultan Abdal anıtını bilmiyorsanız eğer, İzmir’den Seferihisar’a gelirken yol üstünde Yelki köyü girişinde, sizi buyur eden kadınları görmüşsünüzdür. Seferihisar’a vardığınızda tugayın duvarı boyunca uzanan rölyefi fark etmiş, Sığacık kavşağında, sepetinde mandalinalarla işte burası Seferihisar diyen, sırt sırta vermiş iki kadının heykeliyle karşılaşmışsınızdır.

Cahit Koççoban’ın yağlı boya portresi. Eser Ekrem Gün’e ait.

Seferihisar’ın daha pek çok yerinde Cahit hocadan izlere rastlayabilirsiniz. Ona sorsanız, biz sorduk, Seferihisar’dan aldığımı ona geri veriyorum der. Ona ne yapacağını, nasıl yapacağını söyleyen coğrafyaymış. Buraların denizi kumu, dağı taşı, börtüsü böceği, zeytini, mandalinası söylemiş, o da yapmış. Picasso’ya sormuşlar, burada niye bu rengi kullandınız diye, “ben seçmedim, resim öyle istedi” demiş ya, işte o hesap. Cahit hoca da, bir heykeli tasarlarken mekânla konuşuyor, çevreyi dinliyormuş. Burası ne istiyor, onu anlamaya çalışıyormuş. Yine de bir ihtiyat payı bırakıyor, “Bazen anlamamış, yanlış anlamış da olabilirim” diyor. “İnadımın tutmuşluğu, hayır sen bunu istiyorsun diye diretmişliğim de olmuştur”.
“Coğrafya kaderdir” sözündeki gibi, İbni Haldun mu söylemişti bunu, Cahit hoca da kendisini, yaşadığı coğrafyanın, Anadolu’nun, Ege’nin ve nihayet Seferihisar’ın ellerine bırakmış. Onun zenginliğiyle beslenmiş, sanatını ondan aldıklarıyla var etmiş. Heykelleriyle orasına burasına küçük nakışlar atarak, belki de borcunu ödüyor şimdi.
Cahit hocada hikâye çok. İkram ettiği ev yapımı şaraptan olsa gerek, biz biraz yoldan çıktık. Yaşamını, eserlerini, Seferihisar’ı falan konuşmak dururken -borcumuz olsun-, evliya kültürüne girdik. Cahit hoca, halkın toplum için bir şeyler yapan insanları evliyalaştırarak nasıl ölümsüzleştirdiğini anlattı. Veda edip çıkarken, şu atölyenin bahçesindeki zeytin ağaçlarına çaput bağlasak diye düşündüm. Bağlasak, burası hep böyle kalsa, yüzyıl sonra burada bir adam yaşarmış, taşa can verirmiş diye anlatsalar.

 

Cahit Koççoban’ın Seferihisar’daki eserlerinden, Tugay duvarındaki rölyef.

“Ben Seferihisar’a 1979 yılında geldim. Daha önce İzmir’de oturuyordum, o zamanlar Seferihisar pek bilinmeyen bir yerdi. Çocukları alıp denize getiriyordum. Şimdi yüzmeye yer bulamadığımız yerlerde denizde kimse olmuyordu. Hiç gürültüsüz, sakin bir yer dedim, buraya yerleştim.”

“Oldum olası efsaneleri çok severim. Daha önce neler olmuş, insanlar neler yaşamış, yaşadıklarına ne katmış, neleri destana çevirmiş, meraklısıyım. Bunlardan çok şey öğrenilebileceğini düşünürüm. Seferihisar’a yerleşir yerleşmez bir yer keşfettim. Bu marina lafını da hiç sevmem ama şimdiki marinanın üst tarafında, yamaçta, kerpiç, yıkık, bir harabe. Sordum, orada bir evliya var dediler. Evliyalar benim ilgimi çeker. Evliya eren demek. Arap kültüründe evliya yoktur. Bize ait, Anadolu’ya ait bir kültürdür evliyalık ve çok derindir. Kıymeti bilinmesi gereken biri varsa bir coğrafyada, onu evliya yaparlar. Mesela Tokat Turhal’da bir Celalbaba Mahallesi var, adını Celal Baba türbesinden alıyor. Tek tük bilenleri bir kenara koyalım, bu Celal Baba’nın kim olduğunu bilmiyor insanlar. Turhal Osmanlıya karşı Celali ayaklanmasının merkezidir Turhal. Amasya ile Turhal arasında İlyas Köyü vardır. O da Baba İlyas’ın köyü. Yani nerede halk için bir şeyler yapan, hayatını bu yolda veren biri varsa, o evliyaya dönüşüyor. Diğer kültürlerde pek göremiyorum bunu.
O yüzden merak ettim. Bu kerpiç harabedeki evliyanın hikâyesi ne diye sordum, soruşturdum. Şöyleymiş: Sürekli fırtına oluyor Sığacık açıklarında. Koya erişemeyen tekneler parçalanıyor, balıkçılar zor durumda kalıyor sık sık. Buraların kadınları ateşler yakıyorlar koya bakan tepede, eşleri ışığı görsün, sığınabilecekleri sakin koya güvenli bir şekilde yanaşabilsin diye. Ama hiçbir ışık körfezi o kadar aydınlatmıyor. Bir gün bakıyorlar ki, şimdi o kerpiç harabenin olduğu yerden bir ışık çıkıyor. Bütün körfez aydınlanıyor. Hemen oraya bir türbe yapıyorlar, bir evliya tasavvur ediyorlar.”
“Orası ileride ne olacak, belki bir otel dikecekler, kim bilir. Ben buraya bir anıt yapmak istedim. Bu kültür hatırlanırsa orası da korunur diye. Mesela Mordoğan’da Narkissos pınarı var. Bir taşına bile dokunmamışlar. O güzelim taşlar, o havuz bozulmamış. Narkissos’un kendisini seyrettiği havuz ayna gibi. Nasıl böyle kalmış diye düşündüğün zaman, bakıyorsun etrafındaki bütün ağaçlara bez bağlamışlar. Bez bağlayınca orası evliya olmuş. Doğal bir çevre koruma hareketi aslında. Ne kadar oryantal, ne kadar komik diyemeyiz buna. Bu hem romantik hem de güzel bir şey, değil mi? Böyle çok örnek var. Bu aslında doğayla barışık olmak, şamanik bir güzellik.”

“Ben de sanatla, heykelle bunu devam ettirmek istiyorum. Ne yapabilirim, onu bir duvar resmine dönüştürebilirim, bir heykele dönüştürebilirim. Böylelikle hatırlanmasını, yaşamasını sağlarım.”

“Bu yüzden orası için bir anıt tasarladım. Metalden, üzerinde balık desenleri oyulmuş, içinde bir ışık olan, deniz feneri gibi bir şey. Hem bir anıt olacak, hem gerçekten bir deniz feneri olacak, orayı aydınlatacak. Hem de o evliya kültürünü sürdürecek. Öyle zannediyorum ki, bu geleneği canlı tutan ve benimsenen bir heykel yapıldığında, artık kimse orayı işgal edemez. Ben buraya otel yapacağım diyemez.”

Röportaj: Baha Okar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir