Sığacık’tayım. Denizin içine sessizce sokulmuş burunda, bir oteldeyim. Maya’da. Bir dinginlik, bir sakinlik… Kış güneşi altında kimsenin acelesi yok, her iş kendi kıvamında yürüyor, her şey kendi dingin temposunda deviniyor. Önümde kıyıya usul usul vuran deniz öyle, rüzgârda salınan zeytin ağacının dalları öyle, arkamda 2000 yıldır duran antik şehir Teos öyle…
Otelin broşüründe okudum, “hızla yavaşla”. Bu söz bunları düşündürüyor, yazdırıyor şimdi.
İstanbul’dan gelir gelmez ben de öyle yaptım galiba. Hızla yavaşladım. Bir de bunun zıttı gibi görünen ama aslında tamamlayıcısı bir söz var: “festina lente”.
Aslı Yunanca, Latince’ye Erasmus tarafından çevrildiği düşünülen bir deyiş, bir oksimoron. En yakın tercümesi “yavaş yavaş acele et” olabilir. Elbette her tercüme edilenin başına gelen, bu söz öbeğinin de başına geliyor, az biraz eksiliyor ruhu… Buna rağmen bu cümlecik hayatın zıtlıklarını, aşılmazlıklarını, zorluklarını ve garip tesadüflerini okumaya gayret gösteren inançlı bir faninin besmelesi, inancını yitirmiş olanınsa manifestosu olmaya aday. Sadece amacı olan bir hayatın yaşanmaya değer olduğunu kavramış bir insanın gözlerini yummadan önce söyleyeceği bir son söz de olabilir belki. Peki ya postmodernizmin getirilerinin içinde bunalıp, bu bunalımdan kaçmak için hızlanan, hızlandıkça özünden çok uzaklara savrulduğundan habersiz ve daha acısı umarsız olan 21. yüzyıl modernleri için bu cümlecik instagram hesaplarından yapacakları bir gönderinin ötesine geçebilir mi? Biraz yavaşlayıp, düşünelim…
Tempoyu artırarak yaşamayı seçtiğimiz hayatların bedeli oldukça yalın ve ağır. Kendimizi unutmaya ve sonra da beceriksizce tekrar bulmaya mahkûm oluyoruz. Birileri kulağımıza hızlanırsak daha çok şey elde edebileceğimize dair bir şeyler fısıldamaya başlıyor. Bu birileri, çok tüketirsek çok doyacağımıza, çok çalışırsak çok kazanacağımıza ve elbette çok kazanırsak çok mutlu olacağımıza bizi inandırmaya ant içmiş kapitalizm üfürükçülerinden başkası değil.
Hızlı tüketim eylemleri ve bu eylemlerin çabucak getirdiği hazları tatmak üzerinden bir yaşam sürmeye koşullandırılmış modern insan, bir zaman sonra ruhunun çağrılarına sağırlaşır ve kitlelerin hep bir ağızdan bağıra bağıra söylediği nakaratları kendine rehber eyler. Derin sıradanlıkta ve tekrarlarda hayat ve mutluluk bulan güruhun empozelerini, özentilerini ve yaklaşımlarını hayatına aynalayan insan kendini unutur. Nereden geldiğini, neden burada olduğunu, aslında nereye gitmek istediğini, kim olduğunu, kim olabileceğini, kendi sesini, kendi tenini unutur. Kendini hatırlamayan, hiçbir şey seçemez. Çoğunlukla önüne çıkan her durumu, her teklifi, her fırsatı ve her insanı kendi sıkıcı yaşamından kurtulma isteği ile ölçüp tartmadan hayatına sokuşturmaya ve uydurmaya çalışır. Bu sokuşturma ve uydurma çabasını da hayatı yaşamak olarak adlandırır. (Biz insanlar adlandırmadığımız şeylerden korkarız çünkü, her şeyin bir adı sanı olmalı, ismi cismi belli olmalıdır.)
Lakin hayat, arsızca birilerini ya da bir şeyleri tüketmek, oraya buraya koşturmak değildir. Hayat kendini gerçekleştirme cesaretini gösterebilmektir. Kendini gerçekleştirebilmek için sorumluluk almaktır. Olaylar zincirinin ve mekânın, zamanın herhangi bir noktasında kesişerek tamamen irademizin dışında hayatımıza neşter atmasına korkmadan izin verebilmektir. En kötüsünün gerçekleşme ihtimali olsa dahi hayata güvenmektir. Yaşam, değer vermektir, özen göstermektir. Bazen sabretmek, gerektiğinde kükremektir. Bir de sanırım çokça sevmektir.
Ne istediğinizi hatırlayana ya da bulana kadar lütfen yavaş gidiniz…