İstanbul’da yaşayan ve çalışan birisi olarak, pandemi nedeniyle bu sonbaharda Sığacık’ı bir nevi çalışma ofisi olarak yaşama imkanı buldum. Böylece hem benim gibi bir sahil kasabasında “uzaktan çalışanları” gözlemleme şansım oldu. Hem de İstanbul gibi kaotik bir şehirde yaşayan birisi olarak kasaba sakinliğinde çalışmanın neler hissettirdiğini deneyimledim.
Genellikle benim çalışma alanım Teos Marina’ydı. Açık alan, limana bağlı tekneler, mavi gökyüzü ve sakin denizi ile günün her anında huzur bulabileceğiniz bu alanda çalışabilmek paha biçilmezdi. Bir yerde emekli olup Ege’de küçük bir kasabaya yerleşme hayalini, emekli olmadan elde etmiştim. Bu da inanılmaz güzeldi.
Normal şartlarda şehir hayatında kapalı bir ofiste toplantılara katılmak, proje yazmak ve yönetmek zorunda olacakken, Sığacık’ın huzur veren doğal ortamında aynı işi yapabiliyordum. Bunu yaşarken de farklı sektörlerden çalışanlarla, üniversite öğrencileri ile aynı anda, aynı ortamda çalıştım. Gün boyu kendi iş arkadaşlarımla iletişim kurmaya alışmışken, bir anda kendimi etrafımda farklı sektörden kişilerle bir iş gününde uzaktan öğle tatili verirken buldum. Ortak paydamız çalışma alanımız olmuştu, birbirimizi tanımıyorduk, aynı meslek grubunda değildik. Bir kafede yan masamda birisi mimari çizim ödevini yaparken, diğer masada başka birisi pazarlama raporunu tamamlıyordu. Ben de o sırada Zoom üzerinden arka planda limana bağlı teknelerin görüntüsü ile toplantımı yapıyordum. Zoom’un hazır arka planlarından birisiymiş gibi görünen manzara bu sefer gerçekti.
Bir bakıma, şehir hayatının “olmazsa olmaz”ı ile kasaba hayatının “nasılsa olur”u arasında kalmıştım. Şehir hayatının olmazsa olmazı, sizden istenen görevi eksiksiz tamamlamak için gece gündüz çalışmayı göze almaktır.
Bunun gereği olan günlük rutinlerdir. Kasaba hayatının “nasılsa olur”u ise burada yaşayanların rahatlıkları, huzurlu ve dingin halleri ile sizin de bu ritme ayak uydurmanız. Tamamlamanız gereken iş ya da katılmanız gereken toplantı bu ritimle çatışıyor elbette. Bu çatışma sayesinde, şehir hayatında çalışırken ve çalışma ortamının getirdiği zorluklarla boğuşurken hayatın doğal ritmini nasıl kaçırdığımızı bir kez daha fark ettim.Hayatın doğal bir ritmi var; aynı güneşin doğuşu ve batışı gibi, denizin bir gün dalgalı bir gün durgun oluşu gibi, rüzgârın bir gün poyraz bir gün lodos esişi gibi… Birbirini tamamlayan, kendi içinde bir nedeni olan ve yine kendi içinde akan doğal bir ritim bu. Büyük şehirlerde trafikte elinde grande kahve ile işe yetişmeye çalışırken kaçırdığımız bir ritim. Hani “o boğaz manzarası nasılsa orada duruyor” ya da “güneş her gün doğup, batıyor, görmesem de olur” dediğiniz şehir ritmi.
Bu ritme kendinizi kaptırdığınızda, vücudunuzdaki eksik D vitaminini güneşten alamayıp sonrasında ilaçlarla tamamlamaya çalışırsınız. Yaşadığınız anı kaçırır, yaşamayı öğrenmek için farkındalık seminerlerine katılırsınız.
Kasabada ise doğal yaşamın ritmine ayak uydurursunuz, daha yakın durursunuz. Daha iyi ve daha fazla için bu ritmi zorlamazsınız.
Şehirdeyken de insan doğasına çok da aykırı olmayan ve kendinizi zorlamadan yaşayabileceğiniz bir ritminiz olamaz mı peki? Bunu düşününce, şehirde böyle bir yaşama özlem duyanların böylesi bir huzura kavuşabilmek adına nasıl kendi habitatlarını oluşturmaya çalıştıkları aklıma geldi. Yeşil alanda izole sitelerde bir yaşam, fırsat buldukça şehrin ormanlık alanlarında yürüyüşler, imkanı olanlar için oluşturulan hem kaçış alanı hem de adına yaşam alanı denen yerlerde, parklarda geçirilen zamanlar… Evet olabilir ama o ormanlık alanlara ulaşmak için trafikte geçirilen süre, izole sitelerde yaşarken sürekli aynı kesimden insanlarla görüşmek ve aslında hayatın içinde olamamak gibi sorunları görmezden gelirsek. Küçük bir kasabada ise yaşarken ve işinizi yaparken böyle bir ritmi kaçırma ihtimaliniz yok. İnsan doğasına aykırı şartlar normalmiş gibi sunulup, sonrasında sizi hasta etmiyor. Durum böyle olunca da yaptığınız iş şayet uzaktan yapmaya elverişli ise bu doğal ritmin içinde huzurla yaşarken, çalışma hayatında çok daha verimli olabiliyorsunuz. Her ne kadar kasabanın ritmi iş ritminizle çatışsa da, daha az stresle yaptığınız her görevi başarıyla sonlandırabiliyorsunuz. En azından benim için böyle oldu.
Kasaba hayatında çalışırken fark ettiğin başka neler var derseniz, hem var olanları hem de olmayanları söyleyebilirim. Kasabada etrafınızdaki insanların sistemde ayakta kalma çabası ve doyumsuzlukla örülü bir yaşantıları yok. Rekabet yok, bunun yerine dayanışma var. Aynı yerde iş yapan iki mekan sahibinin birbirine destek olması var. Birbiri ile yarışması yok. Birinde biten bir ürünü, yan mekandan alıp getiren çalışanlar var. Birbirlerinin mekanlarına gidip çay kahve içip sohbet edenler var. Bir de en önemlisi buna zamanları var. Müşterilerin bir an önce oturdukları masadan kalkmasını beklemeyen mekan sahipleri var. İşte tüm bu kişiler doğal yaşam ritmine ayak uydurup yaşayabiliyorlar. Bu ritmi suni ritimler ile zorlamıyorlar. Bunu bir kez daha net olarak görebildim. Tabii bunu görmenin ne faydası oldu derseniz, açıkçası şehir hayatına döndüğümde ve tekrar o tempoya girdiğim zaman kendime buradaki doğal ritmi, samimi hayatları ve huzurlu anları özellikle stresli yoğun çalışma günlerinde tekrar tekrar hatırlatmaya çalışacağım.