Balıkçılık mı? Bir dokun bin ah işit…

Şarap Tanrısı Dionysos’un memleketi Sığacık küçük bir balıkçı köyü. İzmir’e uzaklığı 45 dakika. Büyük denizci Piri Reis Sivrihisar Limanı’nda sığlık diye tanımlamış burayı. Hâliyle bugün hâlâ, zeytincilik, narenciye ve turizmin yanı sıra balıkçılık da önem taşıyor köy halkının geçiminde. İzmir’in doğal dokusunu korumak için direnen son kalelerden bir tanesi olan Sığacık’ta, balıkçılar da direniyor babadan kalma bu yaşamı sürdürebilmek için.
Sığacık’ta levrek, çipura, mercan, barbun, istakoz, böcek, karagöz (kaşlıca), kupes, sinarit, orfoz, iskarmoz (Akdeniz barakudası), ahtapot, kalamar hepsi var. İster kıyıdan olta ile ister tekne kiralayıp denizde orta su veya dip suyunda avlanmak mümkün. Bu arada denize girmeyi de unutmayın. Suyu biraz soğuktur ancak her kıyısı her koyu temizdir. İsterseniz Sığacık’tan bir tekne kiralayın, küçük bir balıkçı teknesi sizi çok uygun fiyata Sığacık Limanı’ndan alsın, karayolundan ulaşımı olmayan bir koya götürsün bıraksın, akşam istediğiniz saatte geri getirsin. Doya doya denize girin, balık tutun, dinlenin, keyfini çıkarın.


Sığacık’ta balıkçılık ne durumda, şimdi dilerseniz hep birlikte biraz daha yakından bakalım, yaşayanlara kulak verelim.


“Şu açgözlülük olmasa…”
Dededen Sığacıklı balıkçı İrfan Kozan ile balıkçılığın geçmişine gittik. “1926 doğumlu babamın anlattıkları ve 60 yıllık ömrümde benim yaşadıklarım” diye başlıyor söze usta balıkçı. Babasından öğrendiklerini anlatırken hayranlığını gizleyemiyor. Şimdi çocuk parkı ve otopark olarak kullanılan alanın açıklarından günde 30 kilo gopez tutulduğunu anlatınca insan inanamıyor. Şimdiki haline bakınca, ne yazık ki bu hiç de mümkün görünmüyor.


1950’lerde tüm ülkeyi saran sünger rüzgârı Sığacık’a da ulaşıyor. Ondan sonrasını ise şöyle aktarıyor Kozan “Bizim yaptığımız yöresel balıkçılıkla Ege’de kesinlikle hiçbir tür tükenmezdi. Ne zaman bizim bölgede çimçim olayı başladı, işler kötüye gitti. 80’li yıllarda bir tekne geldi, günde 100 kasa çimçim tuttu. Onu duyan Karadeniz’den geldi, İstanbul’dan geldi. O geldi, bu geldi. Sonunda endüstriyel ve vahşi balıkçılık vuku buldu. Bu sebeple pek çok tür zarar gördü. Çok ufak balıkların avlanması ve gırgır tipinde avcılık bize büyük hasar verdi. Eğer önüne geçilmezse sonumuz ne yazık ki daha kötü olacak.”
Her sözü sitem ile bitiyor İrfan Kozan’ın. Devlet görevlilerinin gereğini yapmadığından yakınıyor fazlasıyla. Geçmişi bilmenin ona mutluluk getirmediğini söylemek yanlış olmaz. Bugünkü olumsuz sonuçları birebir deneyimlemiş olmanın verdiği bir burukluk var yüzünde. Ama son sözü etmeden de duramıyor, “insanlar izin verse doğa tekrar eski haline gelir de ah şu açgözlülük olmasa” diyor gülümseyerek.
Balıkçılık deyince olayın bir de tüketim kısmı var. Dolayısıyla bölgede yer alan eski balık lokantalarıyla konuşmasak olmazdı. İlk olarak görüntüsü oldukça modern ve yepyeni bir restoranın önündeyiz. Ama bu restoranın geçmişi çok çok eskilere dayanıyor.


“Babamızdan emanet aldık ama çocuklarımıza bırakabilecek miyiz?”
Fuar’da Paraşüt Kule Restoranı işleten Yalçın Menek’in bir şekilde yolu Sığacık’a düşüyor. İlk önce Büyük Akkum’daki restoranı işletiyor sonrasında ise Deniz Restoran hikâyesi başlıyor. Marina inşaatı öncesine kadar devam eden süreç 1970’lere kadar dayanıyor. Oğulları Mehmet ve Mustafa Bey’den dinliyoruz o yılları. Hikâye şöyle devam ediyor. “O zaman ne Güzelbahçe ne Urla ne Seferihisar, bütün yarımadada böyle doğru dürüst bir restoran yok. Bir anda tabii çok gelişiyor işler ve çok başarılı oluyorlar. Belki yaklaşık 150 metre uzunluğunda, denize sıfır vapur gibi restoran haline geliyor. Çok büyük bir yerdi, hatırlıyorum. 40 kişilik personelle kahvaltı yaptığımızı biliyorum. O günlerde mükemmel bir iş vardı. 95-96 yılında Süleyman Demirel şurada bir yerlerden bir temel attı. Dolgular başladı, böyle önümüze kadar geldi. Bizim restoranın önü yanılmıyorsam 90’lı yıllarda kapandı ve bir anda denize sıfır restoran inşaatın içinde kaldı.”
Hikâye burada bitmiyor. İki kardeş babalarının mirasını sürdürmek adına bu defa marinanın içerisinde bir yer kiralayarak tekrar hayata geçiriyorlar Deniz Restoran’ı… Ama hayatın değişik hikâyeleri hiç bitmiyor tabii ki… “Tam burayı açtık. Deniz Restoran tabelası konuldu. Resmi açılış yapıldı. 2 gün sonra babam vefat etti. Bizim içimizde buruk bir sevinç var aslında” diye özetliyorlar durumu.
Hikâye bu kadar eskiye dayanınca balıkçılık geçmişi de uzun uzun konuşuluyor tabi ki. Bölgede zaten türlü türlü balığa rahatlıkla ulaştıklarını anlatıyor kardeşler. Sadece özel balıklar başka yerlerden geliyormuş. O günleri şöyle dile getiriyorlar. “Örneğin dil balığı burada yoktu, öyle iri dil burada olmazdı. Bize hep İskenderun’dan gelirdi bu tür balıklar. Sadece bizim restorana 4 koca sandık balık geldiğini hatırlıyorum. O dönem gözümüzün önüne gelince üzülmemek mümkün değil. Şimdi balığı bulmak için biz geziyoruz”
Genel olarak şikayetlerin başında avlanma şekilleri ve bunun yöreye olan olumsuz etkileri geliyor. Eski günleri de bilen genç işletmecilerin son sözleri ise oldukça çarpıcı. “Biz babamızdan aldığımız emaneti yaşatıyoruz. Ama balıkçılık politikaları böyle devam ederse ne yazık ki bizim çocuklarımızın böyle bir imkânı olamayacak…”


“Denizi korumazsan balıkçılığı koruyamazsın”
Bölgenin köklü ve devamlılığı olan işletmelerinden Liman Restoran’a uğruyoruz son olarak. Bizi restoranın işletmecileri Nevzat Güldoğan ve Halil Akdeniz karşılıyor. Deniz kıyısında bir masada oturuyoruz. Neredeyse teknelerin içinde yer alan restoran 80’li yıllardan beri hizmet veriyor. Eski zamanda bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az işletmenin olduğunu belirtiyorlar. Balık restoranı denilince akla denizin geldiğini, insanların denizi görmek istediğini ifade ediyorlar. İşte en büyük şikayet de burada ortaya çıkıyor. “Deniz eskisi gibi temiz değil. Ne yazık ki insanımız denizlere karşı çok hoyrat davranıyor. Eline ne geçerse denize atmaktan çekinmiyor. Bu tavır değişmedikçe ilerlemek mümkün değil” diyor Halil Bey. Nevzat Bey ise insanların bu tavrını anlayamamakla birlikte bu duruma karşı uygulanmayan cezalardan dem vuruyor.
Söz balığa gelince durum daha da vahimleşiyor. Haftada 100 kilonun üzerinde fangri sattıklarını anımsatan Nevzat Güldoğan sözlerine şöyle devam ediyor. “O zamanlar balıkların alış fiyatları oldukça uygundu. İnsanlar güzel ve kaliteli balık yemeye gelirlerdi. Ne yazık ki şu anda fiyatlar fazlasıyla yükseldi. İnsanların alım gücü de düştüğü için eski kaliteli balıkları artık bulmak ve almak zorlaşıyor”
Halil Bey ise daha çarpıcı bir ifade ile anlatıyor gelinen noktayı “Üç kuşak müşterisi olan bir yer burası. İlk geldiği gün tanıdığımız kişilerin şu an torunları buraya geliyor. Ben bunun canlı şahidiyim. Ama aynı zamanda gelinen noktanın da canlı şahidiyim. Balıkla ve balıkçılıkla uğraşan insan sayısı çok azaldı. Sadece endüstriyel balıkçılık gelişiyor. Ama çevre zarar görüyor. Ekonomik olarak gelinen nokta ne yazık ki çok kötü. Eskiden 1 kilo barbun fiyatı ile 2 kilo et alınabilirdi. Şimdi gelinen noktada bu oran 3-4 kiloya çıktı. Bu bile gelinen durumu anlatmaya yeter. Böyle giderse her şey çok daha zorlaşarak gibi görünüyor”
Sığacık’ta geçirdiğimiz bir akşamüzeri çok şey konuşuldu diyebiliriz. Ama tüm bu konuşmaların ortak noktası ne yazık ki aynı. Gerek arsızca ve kanunsuzca avlanma gerekse de kirlilik balıkçılık sektörünü fazlasıyla yaralamış. Ve ne yazık ki buna sebep olan sade ve sadece insan. Bakalım tür olarak bu davranış ve yaşayış tarzımızı sürdürürsek nereye kadar gidebileceğiz.